Sayfa İçindekiler:
- Allah her şeyden müsteğnidir
- Allah’a muhtaç olmak
- Zalim,Adil ve Muhsin
- Kur’an’da kulluk kavramı
- Varlığın ve aklın Allah’a delil oluşu
- Filozufların Allah anlayışı
- İnsanî ilişkilerdeki mutluluk
- Kalblerin kurtuluşu
- Sadece Allah’tan korkmak
- Allah’dan korkmayandan korkulmaz
- Peygamberler ve Rabbaniler
Allah her şeyden müstağnidir
Her şeyi yaratan Allah, kendisine ibadet ve tevekkül edilmesi (kulluk yapılması ve güvenilmesi) gereken yegâne varlıktır. Artık bir şey yapılacaksa ancak O’nun için yapılır, ümit bağlanacaksa O’na bağlanır. O’ndan ümit edilir. Yalnızca O, her türlü eksiklikten münezzehtir. Senden kaynaklanan bir sebeb olmaksızın, kudreti, iradesi ve rahmetiyle seni önceden yaratan ve nimetlere boğan O’dur. Sana yaptığı hiçbir şeye başkası güç yetiremez. Bir rızık elde etmek, bir zarardan kurtulmak istediğinde sana rızkı yalnızca O verir, başkası veremez; sana gelecek zarara ancak O engel olur, başkası olamaz. Nitekim buyurur:
«Yoksa kimmiş şu sizin ordunuz, Rahmân’dan öte. size yardım edecek. Doğrusu kâfirler hep aldanış içerisinde.. Yoksa kimmiş şu size rızık verecek, şayet O rızkını kesiverse? Hayır boyuna azıyor, çılgınlık ediyorlar» (67 Mülk 20-21).
Yalnızca Allah (c.c.) sana nimet verir. Ancak O, sana lütuf ve ihsanda bulunur. Bu, isimlerinin, sıfatlarının sarımdandır. Çünkü O Rahmân’dır, Rahîm’dir, Vedûd (çok seven, sevilen)’tur, Mecid (şanlı, ulu)’dir. Kendi kendine yeterli, ihtiyaçtan münezzehtir. Kudreti zâtından ayrılmaz olandır. Rahmeti, ilmi ve hikmeti de böyledir. Bunlar O’nun zâtının gereğidir. Herhangi bir şekilde mahlûkatına muhtaç değildir. Bütün âlemlerden müstağnidir.
«Artık kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük ederse… Rabbim müstağni (muhtaç olmaktan münezzeh)’dir, kerim (yüce ve cömert)’tir» (27 Neml 40).
«Hani Rabbiniz bildirmişti ya, size, şükrederseniz artıracağım, nankör olursanız, azabım çok şiddetlidir diye» (14 İbrahim 7).
Musa (a.s.) da der ki:
«Siz de, bütün yeryüzündekiler de hep birden nankörlük etseniz (kâfir olsanız) doğrusu Allah müstağnidir (zarar görmez), Hamid’dir, her türlü övgüye ehildir (lekelenmez.)» (14 İbrahim 8).
Bir kudsî Hadîs’te de Allah şöyle buyurur:
«Ey kullarım! Öncekileriniz, sonrakileriniz, insan olanınız, cinleriniz sizin en kötü, en kara kalbliniz gibi olsalar bu benim mülkümden bir şey eksiltmez. Aynı şekilde, sizin kalbi en temiz, en takvâlınız gibi olsalar, bu da benim mülküme bir şey katmaz. Kalkıp bir yerde toplansalar, benden isteseler ve ne isterlerse versem bu katımdakilerden bir şey eksiltmez…» (Müslim, Birr, 55; Tirmizî, Kıyâme 48; İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel V/154).
O halde Allah (sübhânehû) bizatihi müstağnidir, her türlü ihtiyaçtan uzaktır. O’na lâyık olan bütün kemal sıfatlarına bizatihi sahiptir, O’ndan ayrılmaz. Bu sıfatlardan biri için bile hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun fiilleri O’nun kemâlindendir. Yaptığını kemâliyle yapar. İhsanı, lütfü kemâlindendir. Hiçbir şeyi hiçbir şekilde başkasına muhtaç olduğu için yapmaz. İstediğini istediği şekilde yapandır O. Tasarruflarına yeten yegâne varlıktır. Ne zaman bir şey isterse bizzat kendi yeter, hiçbir varlığın yardımı olmadan hakkından gelir. Kimse O’na engel olamaz. Hiçbir işinde, hiçbir yardımcıya ihtiyacı yoktur. Hiçbir yaratık O’na destek değildir. Düşkün kalıp da dosta muhtaç olmaz.
Allah’a muhtaç olmak
Kul, Allah’a daha çok boyun eğdikçe, daha çok muhtaç oldukça, O’na daha yakın, katında daha değerli, şânı daha yüce olur, yaratıkların en mutlusu, Allah’a en çok kulluk edeni hâline gelir. Yaratıklar için geçerli olan ise şudur: Dilediğine ihtiyacını aç, esiri olursun, dilediğinden müstağni ol, dengi olursun, dilediğine iyilik et efendisi olursun. Şâir ne doğru demiş :
Tezellül (kendini alçaltmak) ile tedellül (müstağni olmak) arasında bir nokta farkı var.
Nokta kaldırılırsa herşey değişir, akıllar şaşar kalır.
Mahlûkat karşısında tezellül şirktir.
Ey delikanlı sen halefini (tedellülü) öğren.(Yazma nüshada bu şekildedir. Kelimelerin biri «dal» diğeri «zâl» ile)
Demek ki bir kul, her ne olursa olsun yaratıklara ihtiyaç içinde olduğunu göstermediği zaman alabildiğine değerli, alabildiğine muhterem oluyor. Onlardan müstağni olarak iyilikte bulunursan, onların gözlerinde çok büyük olursun; onlara bir bardak su için de olsa ihtiyâcını hissettirirsen gözlerinden düşer, ihtiyâcın oranında küçülürsün. İşte bu, din (yöneliş ve kulluk) tamamen Allah’a ait olsun ve O’na hiçbir şey ortak koşulmasın diye Allah’ın kanunlaştırdığı bir şeydir; O’nun hikmetinden ve rahmetindendir.
Bu nedenle Hâtimü’-Esamm , bâzılarının ne yapalım da kurtulalım sorusuna şöyle cevap verdi:
«Kesenin ağzını aç ver, insanların malında gözün olmasın. Sen onlara verir ve karşılığını beklersen, onlar da buna muhtaç iseler o zaman ihtiyaçlarınız denk, siz de denk olursunuz. Tıpkı satıcı ve müşteri gibi. İkisinin de diğerine bir üstünlüğü yoktur. Eğer onlar sana daha çok muhtaç iseler, o zaman onlar sana boyun eğerler».(Hatim b. Unvan, Ebû Abdirrahmân el-Esamm, 237/851. Belh’li bir zâhid. «Hâtimü’l-Esamm bu ümmetin lokmânıdır» denilir. el-A’lâm, 1/152)
O her türlü eksiklikten münezzeh olan Rabbimiz Allah ise kendisine alabildiğine muhtaç olabileceğin, ihtiyaçlarım alabildiğine arz edebileceğin en cömert varlıktır. Yaratıklar ise olabildiği kadar az muhtaç olunacak basit, pek basit şeylerdir. Çünkü onların hepsi zaten ihtiyaç içindedirler. Dolayısıyla senin ihtiyaçlarını bilemez, sana yarar sağlamaya yol bulamazlar. Hattâ kendi çıkar ve hayırlarına bile akılları ermez ki, başkalarına yol göstersinler. Doğrusu buna yeterli de değildirler. Kendiliklerinden bunu isteyemezler de. Ne ilimleri var, ne yeterlikleri, ne de irâdeleri. Ancak yüce Rabbimiz bilir; senin maslahatına, menfaatine O yeter. Onları senin için, katından bir rahmet ve lütuf olarak ister. Bu, zâtının sânından olan bir sıfatıdır. Kimsenin zoruyla irade etmemiş, kimse O’nu rahmet edici kılmamıştır. Rahmeti zâtının gereği, ayrılmaz bir niteliğidir. Doğrusu: «Kendine rahmeti O yazdı». Rahmeti her şeyi sarmış ve kuşatmıştır. Mahlûkatın ise hepsi muhtaçtır. Yaptıkları her şeyi kendi ihtiyaçlarından dolayı ve kendi çıkarları için yaparlar. Onların elinden gelen budur; hikmet budur. Onlara ancak bu düşer, bu yaraşır. Artık mes’ûd (ezelde cennetlik yazılan) kişi, aslında hayır olmadığı halde hayır sandığı şeyleri değil, gerçekten hayır ve maslahatına olan şeyleri yapar. O halde insanlar üç kısma ayrılıyorlar: Zâlimler, Âdiller ve Muhsinler.
Zalim, Adil ve Muhsin
Zâlim, senden yararlanmak isteyen ve malını gasbeden, karşılığını geri vermeyen veya senin zarar etmen pahasına kendine fayda sağlayan kimsedir.
Âdil, tıpkı satıcı gibidir. Hakkını verir. Ne lehine, ne aleyhine davranır. Karı-koca, alıcı-satıcı ve iki ortak gibi her biri diğerine muhtaçtır, her birinin varlığı diğeriyle bütünleşir.
Muhsin ise iyilik yapan kimsedir. Fakat iyiliği senden elde edeceği bir karşılık sebebiyle yapmaz. Muhsin, ihtiyaç duyduğu ve hayrına olduğu için iyilik yapar. İyiliğinden haz duyarak, arzu duyduğu sevâb, iltifat, hürmeti ve iyilik yaptığı kimseye yakınlık v.s. gibi şeylere erişerek yararlanmış olur.
Demek ki Muhsin, her hâl ü kârda kendi çıkarı için sana iyilik etmiş. Diğer insanlar da sana ikramda bulunuyor, hürmet ediyorlarsa, sana muhtaç oldukları, sayende kendi çıkarlarını sağladıkları içindir. Bu çeşitli yollarla olabilir. Meselâ karşılıklı yarar sağlama yoluyla olabilir. Alıcı satıcı, ortaklar ve karı-koca arasında olduğu gibi. Çünkü bunlardan her biri diğerine muhtaçtır. Efendi kölelerine, köleler efendilerine, hükümdarlar orduya, ordular hükümdarlara muhtaçtır. Dünya böyle kurulmuştur. Veya senin onlara iyilik yapman şeklinde de olabilir. Yakınların, arkadaşların ve başkaları, sana, sen böyle olduğun için izzet ve ikramda bulundukları zaman, evet seni severler, sana izzet – ikram yaparlar, ama bu, sayende ikrama nail oldukları içindir. Söz gelimi sen onlardan yüz çevirirsen, onlar da senden yüz çevirirler, seni terkediverirler. Demek ki onlar gerçekte kendilerini, kendi gayelerini seviyorlarmış.
Hükümdarlardan tut da daha aşağı seviyede olanlara kadar herkes itaat edilen bir efendi gibi görünürler, ama aslında itaat etme durumunda birer köledirler. Herhangi biri efendisi veya kölesi sebebiyle eziyet görecek olsa duruma göre artık işler tümden değişir. Onlara muhtaç duruma düştüğü zaman artık sana ne sevgileri kalır, ne ikram ne de hürmetleri. Belki ihtiyâcını görürler o kadar.
Yüce Rabbimiz ise bundan münezzehtir. Hiçbir yaratık O’nun nimetlerinin karşılığını ödeyemez, kimse O’na lütuf ve ihsanda bulunamaz. Bu sebeble Resûlüllah (s.a.v.) sofra kaldırıldığı zaman şöyle buyururdu:
«Allah’a yetinilmez ve yetilmez, nankörlük edilmez, vazgeçilmez, yapmadan edilemez, iyi, çok ve mübarek hamdlerle hamdolsun, ey Rabbimiz» (Buhari, Et’ıme 54; Darımı, Et’ıme 3; Ahmed bin Hanbel lV/236).
Buhari bu duayı Ebû Ümâme’ den rivayet etmiştir. Evet, kul Allah’a lütufta bulunamaz. Aksine kuluna karşı yegâne lütufkâr, yegâne nimet verici Allah’tır. Bu konuda yalnızca O var, hiçbir ortağı yok. Mahlûkatın üzerindeki nimetlerin hepsi Allah’tandır. Kulun mutluluğu ihtiyacını tamamen Allah’a arzetmesinde, tamamen O’na muhtaç olmasında ,bunu kabul ve îlân etmesinde, bunun farkında olarak kulluğun gereğini yapmasındadır. Çünkü insan ihtiyaç içindedir de bunun farkında olmaz. Meselâ malı kaybolur, bilmez duruyor sanır. Kaybolduğunu anladığı anda tavrı değişir. Aynı şekilde bütün yaratıklar hep Allah’a muhtaçtırlar. Fakat kâfirler ve münafıklar bunun farkında olmayıp hep gaflet içindedirler; bunu bir türlü akıllarına getiremezler. Mü’min bunun farkındadır. Bunu ikrar eder. İkrarının gereğini de yapar. İşte kul budur.
Öyleyse hem insan, hem diğer bütün yaratıklar sadece Allah’a muhtaçtırlar. Muhtaç oluşları her birinin ayrılmaz özelliğidir. Herhangi birinin yaratıcısından başkasına muhtaç olması imkânsızdır. Allah’tan başka hiçbir varlık kendi kendine yetemez. Eksiksiz, eşsiz ve başka her şeyden müstağni olan yalnızca O’dur. Kendisinden başka her şey O’na muhtaçtır. Kul da, hem Rab olması, hem ilâh olması açısından Allah’a muhtaçtır. Bu, yer yer izah edilmişti.
İnsan dâima günah işler. O halde insan hem günahkâr, hem muhtaçtır. Yüce Rabbi ona rahmet eder, bağışlar. O bağışlayıcıdır, rahmetlidir. Rahmeti ve lütfü olmasaydı hayır diye bir şey olmazdı. Bu dünyada da olmazdı, âhirette de. Bağışlaması olmasaydı kul günahlarının şerrinden korunamazdı. O dâima nîmetlenmeye, zarar ve şerden kurtulmaya muhtaçtır. Nîmet ancak O’nun rahmetiyle elde edilir ve şer ancak O’nun bağışlamasıyla uzaklaştırılır. Çünkü şerrin sebebi kulların işledikleri günahlardan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak buyurur ki :
«Sana ne gibi bir iyilik dokunursa o Allah’tandır. Ne gibi bir kötülük dokunursa, o da sendendir»(4 Nisa 79).
Kötülük (seyyiât), kulun hoşuna gitmeyen felâket ve belâlardır. İyilik (hasenat) ise, kulu sevindiren nimetlerdir. Şu âyette olduğu gibi:
«Biz onları hem iyiliklerle, hem kötülüklerle imtihan ettik» (7 A’râf 168).
Nimetlerin, hayrın ve rahmetin tamamı Allah’tandır; sırf O’nun lütfü ve bağışıdır. Hiçbir varlık kendi yönünden Allah’a karşı bir hakka sahip değildir. Ancak Allah’ın kulları üzerinde hakkı vardır. Bu hakkı zâtına ait kılan O’dur. Yaratıklardan kaynaklanmıyor bu. Yine O’ndandır. Nitekim bu konu da yer yer açıklanmıştı.
Felâketler kulların günahları ve işledikleri kötülükler nedeniyle meydana gelir. Buyurur ki:
«Size hangi bir musibet dokunsa hep ellerinizin kazandığı, işlediğiniz şeyler sebebiyledir. Gerçi O, bir çoğunu da affediyor» (42 Şûra 30).
Nimetlere gelince, her ne kadar kulun yaptığı ibâdet ve tâat sebebiyle oluyorsa da, Allah o ibâdet ve tâatlerin sevabını zaten veriyor. O halde Allah Teâlâ kuluna nimet veriyor: İtaat ettirerek nimet veriyor, sevab yazarak nimet veriyor. Çünkü kulunu yaratan O, müslüman kılan O, boyun eğici ve itaatkâr kılan O’dur. İbrahim Halilullah (a.s.) da böyle söylüyor:
«Beni yaratan… O, beni hidâyete erdiriyor… Bizi Sana teslimiyyet gösteren (müslüman)lar kıl… Beni namaz kılan eyle» (26 Şuarâ 78, 2 Bakara 128, 14 İbrahim 40).
Allah buyurur ki:
«Onlar sabredip âyetlerimize hep kesin îman üzere olunca, onları bizim tasarrufumuzla yol gösteren hidâyet rehberleri kıldık» (32 Secde 24).
İbrahim (a.s.), Rabbinden, kendisini teslîmiyyetli ve namaz kılıcı etmesini diledi. Yine Allah şöyle buyurur:
«Fakat Allah size imânı sevdirdi ve onu kalbinize bezedi… Allah’tan bir lütuf ve nimet olarak»(49 Hucurad 7)
Ebû Dâvûd ve İbn Hıbbân’ın Sahîh’lerinde şu hadîs geçer :
«Bizi selâmet yollarına ilet. Karanlıklardan kurtar, aydınlığa ulaştır. Bizi nimetlerine şükreden, bundan dolayı sana hamdeden kullar et. Nimetlerine muhâtab kıl ve bize nimetlerini tamamla»(Ebû Davûd, Salât 178)
Fatiha’da da şu geçer:
«Bizi sırât-ı müstakime ilet» (1 Fatiha 6).
Taberânl, İbn Abbas ‘ tan şunu rivayet eder:
«Resûlüllah (s.a.v.)’in arefe akşamı yaptığı dualardan birisi de şu: Allah’ım, sözlerimi sen işitir, bulunduğum yeri sen görür, gizlimi ve açığımı sen bilirsin. Hiçbir işim sana gizli kalmaz. Ben, yoksun ve muhtacım. Yardım isteyen, iltica eden, korkan, çekinen, günahını itiraf eden kulunum. Senden bir yoksul gibi dilenir, aşağı bir günahkâr edasıyla sana yalvarır; korkan, titreyen bir mazlum, boynu bükük, boynu sana kıldan ince, varlığı emrine amade bir kul tavrıyla sana dua ederim. Allah’ım beni dualarımla bedbaht etme, bana rahmet et, acı; ey dilenilenlerin en hayırlısı, verenlerin en iyisi!»
Kur’an’da kulluk kavramı
Kur’an’da «kul» kelimesi Allah’a kulluk edeni içerir. O’na kulluk etmeyen kimseye, Allah’ın kulu denmez.
«Benim kullarıma karşı senin bir egemenliğin olmayacak (ey iblis)» (15 Hicr 42).
Âyet şöyle devam ediyor:
«Ancak sana uyan azgınlar müstesna.» Bu âyette müfessir ve âlimlerin çoğunluğunun dediği gibi munkatı’ istisna vardır. (Yani şeytana uyanlar, şeytanın kuludur. Allah’ın kullarıyla aynı cinsten olamazlar. Munkatı’ istisna, ayrı cinsten olan şeyler arasında olur.)
«Bir pınar, ondan Allah’ın kulları içer» (76 İnsân 6).
«Rahmân’ın yeryüzünde sükûnetle yürüyen kulları» (25 Furkân 63) .
«Kulumuz Davud’u an» ( 38 Sa’d 17).
«Gerçekten O’na yanık» ( 38 Sa’d 17).
«Kulumuz Eyyûb’u da an» ( 38 Sa’d 41).
«Kullarımız İbrahim, İshâk ve Ya’kûb’u da an» ( 38 Sa’d 45).
«Kullarımızdan bir kul buldular» (18 Kehf 65).
«Her türlü eksiklikten münezzehtir. O kulunu gece yürüten Allah» (17 İsrâ 1).
«Doğrusu o, çok şükredici bir kul idi» (17 İsrâ 3).
«Kulumuza indirdiğimizden şüphe içindeyseniz» (2 Bakara 23).
«Kuluna ne vahyettiyse vahyetti» (53 Neml 10).
«Ve Allah’ın kulu (Muhammed) kalkıp dua ederken…» (72 Cinn 19).
«Kuluna Furkân (Kur’ân’)’ı indiren Allah çok yücedir» (25 Furkân 1).
Bu ve benzeri âyetler çoktur. Bazan da kul kelimesi bütün yaratıklar için kullanılır.
«Allah’tan başka tapınıp yalvardıklarınız, sizin gibi kullardır» (7 A’râf 194) .
«Kâfirler beni bırakıp da kullarımı dost edinmelerinin hesabını hiç yapmadılar mı?» (18 Kehf 102 ).
Bu âyette geçen kullardan maksat, melekler ve peygamberlerdir, denilebilir. Artık onların dost ve efendi edinilmeleri yasaklandıktan sonra, geri kalanların mevlâ edinilmeleri haydi haydi yasak olur. Nitekim Allah şöyle buyurur:
«Göklerde ve yerde ne var ne yoksa hepsi Rahmân’a kul olarak gelecektir» (19 Meryem 93).
Müslim’in, Deccal hakkında rivayet ettiği sahih bir hadîste de şöyle buyurulur:
«Allah, İsa (a.s.)’a şöyle vahyedecek: Benim öyle kullar (ım) var ki onlarla savaşmaya kimsenin eli varmaz» (Müslim, Fiten 110) .
Bir âyette de şöyle buyurulur:
«Üzerinize bazı kullar(ımız)ı yolladık» (17 İsra 5) .
İşte bu kullar Allah’a itaatli değillerdi. Fakat isteseler de istemeseler de hakikatte kuldurlar; Allah’a muhtaçtırlar, kahrına mağlûb, ilâhî kaderin mahkûmudurlar.
Bazan kul oluşları, yaratıcıyı kabul etmeleri, O’na mahkûm olmaları anlamında olabilir. Buna rağmen yine de kâfir olabilirler. Allah şöyle buyurur:
«Onların çoğu, Allah’a şirk koşmadan inanmazlar. (Hem O’na inanır ve yaratıcı olduğunu bilir, hem de şirk koşarlar) » (12 Yusuf 106) .
«Hepsi Rahmân’a kul olarak gelecektir» (19 Meryem 93).
Yani muhtaç ve mahkûm olacaklardır. Bilindiği gibi kıyamet gününde O’nun huzuruna böyle gelecekler. Büyüklenip Allah’a ibâdet ve kulluktan kaçınmaları dünyâdayken olmuştur. Çünkü devamında şöyle buyurulur:
«Onların hepsini kuşatmış ve onların bir bir hesaplarını tutmuştur. Hepsi de kıyamet günü O’na tek başına gelecektir» (19 Meryem 94-95).
Bu tek tek huzura çıkış şu âyette de geçiyor:
«Andolsun ilk kez yarattığımız gibi, yine tek olarak bize geleceksiniz» (6 En’âm 94).
«Yerde ve göklerde ne varsa gönüllü veya gönülsüz O’na teslim olmuştur» (3 Âl-i îmrân 83).
«Göklerde ve yerdekilerin hepsi gönüllü veya gönülsüz Allah’a secde eder (baş eğerler)»(13Ra’d 15).
«Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmiştir» ( 2 Bakara 116).
Bundan maksat, onların Allah’ın irade ve kudretine tamamen mahkûm ve yönetilen yaratıklar olduğunu söylemek değildir. Çünkü gönüllü ve gönülsüz deyimi böyle bir durumda kullanılmaz. Gönüllülük ve gönülsüzlük, bir varlığın kendi isteğiyle yaptığı şeylerde olur. Ama o varlığın, yaptığı işte bir payı yoksa artık onun için boyun eğmiş, divan durmuş ve hatta teslim olmuştur denemez. Belki hepsi yaratıcıya fıtratları itibariyle bağımlıdır. Hepsi O’na teslim olur, boyun eğer, divan durur. Ama bütün bunları şu nedenlerle yaparlar:
1. Allah’a muhtaç olduklarını, zorlandıklarını bilirler.
2. Darda kaldıkları zaman O’na yalvarırlar.
3. Allah’ın, haklarındaki takdir ve iradesine mahkûmiyyet ve mecbûriyyet duyarlar.
4. Allah’ın bütün konularda emrettiği bir çok şeye uyarlar. Çünkü diğer insanlar, kulun istediğini elde etmesini sağlayamazlar. Belki onu sevmediği adalete zorlar, mahkûm ederler. Adalet Allah’ın emrettiği şeylerdendir. İster tevhîd konusunda ve isterse başka konularda olsun, insanların bazan Allah’a isyan etmiş olması, onların gönülsüz boyun eğici, mahkûm ve divan durucu olmalarına engel değildir. Meselâ mü’minler, ehl-i kitab ve veya başka âsiler her ne kadar bazı konularda isyankâr iseler de, Allah’ın Resulü (s.a.v.) ile gönderdiği dinin (İslâm kanunlarının) mahkûmudurlar.
Mü’min ise Rabbi’nin emrine gönüllü itaat eder, Allah’ın takdir ettiği belâlara boyun eğer. Çünkü o belâlar karşısında yine Allah’ın emrettiği sabır gibi şeyleri isteyerek yerine getirir, Allah’a gönüllü teslim olur, gönüllü tâat gösterir. Secde etmek (baş eğmek) de, itaat ve boyun eğme anlamındadır. Her varlığın secdesi (baş eğmesi) kendine göre, kendine uygun bir biçimdedir. Bütün bunlar, boyun eğmeyi ifade eder.
Yaratıkların Allah’a muhtaç oluşu, O’nsuz olamayacakları, yâni varlıklarının, özelliklerinin ve işlerinin ancak O’nunla olabileceği anlamındadır. Muhtaç olmanın ilk derecesi budur. Bu aşamada yaratıklar O’nun Rab oluşuna, yaratmasına, ilâhî san’atına muhtaçtırlar. Bu bakımdan O’nun kölesi, O’nun malı ve mülküdürler. Mülk, saltanat, hâkimiyyet ve hamd yalnızca O Sübhân’a mahsustur.
Bu, Allah ve Resulü (s.a.v.)ne boyun eğme borcu olan, tam bir îman ile inanan her mü’minin bildiği bir şeydir. Sonradan var olmak, varlıkların bir varediciye muhtaç olduklarını gösterir. Var edilirken olduğu gibi, var edildikten sonra da ihtiyaç sahibi olmaları, yine O’na muhtaç olduklarının delilidir. Çünkü rızık ihtiyacı, rızıklanacak varlığın, rızıklandıracak varlığa muhtaç olduğunu ifade eder.
Doğrusu her şey Allah’a, dışardan gelen bir sebeble değil, bizatihi kendi varlıkları gereği muhtaçtırlar. Muhtaç olmak onların ayrılmaz özelliğidir. O’na muhtaç olmamalarının imkânı yoktur. Tıpkı müstağni ve ihtiyaçsız olma sıfatının, Rab Teâlâ’nın ayrılmaz bir sıfatı olduğu, müstağni olmamasının imkânsız bulunduğu gibi, Allah’ dışardan bir sebeb ve yakıştırmayla değil, bizatihi müstağnidir; muhtaç olmaktan münezzehtir. Eşyanın özelliği ise, yaratıcıya muhtaç olmasıdır. İster yok, isterse var olsunlar durum aynıdır. Yok iseler ve meselâ, «bu inmesi beklenen yağmurun yokluğundandır ve aslında yaratıcıya muhtaç olmak söz konusudur» denilse, o zaman bunun anlamı şudur: O olmayan şey, ancak yaratıcı sayesinde var olabilir. İslâm kelâmcılarının ve diğer âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Bu ihtiyaç akılla bilinen bir şeydir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen, yaratıkların teslîmiyyeti, secdesi, teşbihi ve divan durması ise halefin çoğunluğu ile selefin, yani, müslümanların büyük kesiminin kabul ettiği gibi buna (muhtaç oluşlarına) ilâve şeylerdir.
Bir grup, yaratıkların ihtiyacının, boyun eğmelerinin, yaratılmalarının ve ilâhî irâdeye tabî olmalarının, onların teşbihleri ve divan durmaları demek olduğunu savunur. Artık bu divan duruşları ister hal diliyle, isterse yaratıcıya tanıklık eden işaretler dolayısıyla olsun, aynıdır. Yere, ırmaklarını fışkırtanın, meyve ve bitkilerini çıkaranın kim olduğunu sorsan sana konuşarak değil, ibretle cevab verecektir. Gazali (Muhammed b. Muhammed Huccetü’l-İslâm, el-Gazâlî, 505 / 1111, el-A’lâm VII/22.) gibi bilginler böyle düşünüyor. «Hepsi O’na divan dururlar» (2 Bakara 116)âyetinde İbnü ‘l-Enbârî’ nin zikrettiği görüşlerden birisi de budur. İbnü’l-Enbârî der ki: «Her yaratık O’na divan durur, yani Rabbinin kendisine yaptığına, hükümlerinin kendine uygulanmasına sevinir, bununla rahatlar. Bu ‘Rabbine muhtaç ve amade olduğunun delilidir».
Bu görüşü Zeccâc (ez-Zeccâc, İbrahim es-Sirrî b. Seni Ebû İshak, 311/923, dilci. el-A’lâm, 1/4 )«O’na yerdekiler ve gökdekiler teslim olmuştur» (3Âl-i İmrân 83) âyetinde zikreder. Zeccâc der ki: Hepsinin teslim olması, Allah’ın haklarında emrini uygulamasına, tasarrufta bulunmasına boyun eğmeleridir. Hiçbiri Allah’ın yarattığı fıtratın dışına çıkamaz, ondan kaçamaz. Bu mânâ doğrudur ve selefle halefin çoğunluğunun görüşüdür. Şöyle ki: Divan durmaları, teslimiyyetleri ve teşbihleri, muhtaç oluşlarına eklenen bir durumdur. Bu şunu söylemeye benzer: Gönülsüzün secdesi, baş eğmesi, muhtaç olması ve itaati, Allah’ın ona takdir ettiği afiyet, hastalık, zenginlik, fakirlik gibi şeyler nedeniyledir. Bir zâtın:
«Hiçbir şey yok ki O’na hamdederek teşbihte bulunmasın» (17 İsrâ 44), âyetindeki şu tefsirine de benzer bu. Der ki: Herbirinin teşbihi, yaratıcısına delil olmasıdır. Halbuki bu, başkası açısından teşbih olmayı gerektirir. Doğrusu, herbirinin kendine göre ayrı bir teşbihinin, ayrı bir secdesinin olmasıdır.(17 İsrâ 44’te, «Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamdederek teşbih ediyor olmasın. Ne var ki, siz onların teşbihlerini kavrayamazsınız» buyurulur. Şimdi onların Allah’ın varlığına delil olmalarını, hepimiz kavradığımıza göre, onların teşbihlerinden maksat bu değildir. Gerçi hepsi Allah’ın varlığına bir delildir, bir âyettir, ancak, onlar bizim kavrayamadığımız ve her biri kendine göre bir teşbih ile Allah’a hamdederek teşbihte bulunurlar).
Varlığın ve aklın Allah’a delil oluşu:
Amacımız, yaratıkların yaratıcıya muhtaç olmalarının, O’na delil ve tanık bulunmalarının Allah’ın verdiği fıtri bir şey olduğunu göstermektir. Aynı şekilde onları, kâinattaki bu deliller olmadan da kendi varlığını ikrar edecekleri bir fıtratta yaratmıştır. Nitekim bu konuda yer yer ayrıntılı bilgi verdik. Kâinattaki (kevnî) delillerin O’nun varlığına kanıt olması ile şumûlî ve temsilî kıyasın (Kıyas ve türleri hakkında daha geniş bilgi için bakınız; Keşşaf Istılâhat el-Fünûn, 2/1343) delil olması arasındaki farkı açıkladık. Akla ve kanıta dayalı kıyas, ister mantık şekillerinde olduğu gibi şümul lafzıyla, isterse de temsil lafzıyla gelmiş olsun, aynıdır. Câmi’in, hükmün illeti demek olduğunu ve illet (sebeb)in bulunduğu yerde hükmün (sonuç) de bulunacağını açıkladık. Başka yerlerde bunu kıyasçıların metodları doğrultusunda geniş olarak anlattık.
Gerçek şudur: Sonradan var edileni bilmek, var edenin varlığını bilmeyi zorunlu kılar ki bu yaratılıştan gelen ve cüz’î muayyinâtta zarurî olan bir bilgidir. Bu bilgi külli kazıyyedekinden daha açık-seçiktir. Çünkü tümeller, ancak tikellerin varlık âleminde yerleşmesinden sonra akılda meydana gelirler. Kelâmcı ve felsefecilerin birçoğunun görüşlerinin esasını teşkil eden tümel önermelerin hepsi böyledir. Meselâ, bütün parçasından daha büyüktür; iki zıt bir araya gelmez ve ikisi birden ortadan kalkmaz, başka bir şeye eşit olan iki şey birbirine eşittir v.s. gibi. Doğrusu insan bir bütünü düşündüğünde, onun parçasından daha büyük olduğunu zaten bilir. İsterse o anda tümel önerme diye bir şey bilmesin. Meselâ insan, vücudunun organlarından büyük olduğunu, dirhemin daha küçük birimlerinden, şehrin mahallelerinden, dağın kayalarından büyük olduğunu bilir. İki zıt mes’elesi de böyledir ki onlar da varlıkla yokluktur. Çünkü kul herhangi bir şeyin varlığını ve yokluğunu düşündüğü zaman, aynı anda hem var, hem yok olamayacağını bilir. O bu hükme cüz’î belirlenmişlerle varır. İsterse tümel önerme o anda aklında olmasın. Benzeri şeyler de böyledir.
Tümel kıyasın yararı muayyen olmayıp mutlak bulunduğuna göre, asıl gerekli olan şey, yaratıcının âyetler yoluyla isbât edilmesidir. Nitekim Kur’an bunu getirmiş; Allah, kullarını bu fıtrat üzere yaratmıştır. Kıyas yolu her ne kadar doğru ise de yararı tam değildir. Eğer Kur’an, ilâhiyyattan söz eden âyetlerde kıyasa başvurduysa, ortaklığa delâlet eden kıyas yerine evlâ kıyası kullanmıştır. Doğrusu kemal ile uzaktan yakından ilgisi olmayan ve herhangi bir yaratığın kendinden uzak tutulması gereken ayıp ve noksanlıklardan tenzih edilmeye, yüce yaratıcı daha lâyıktır. Elbette ki, Yaratıcı, dirilik, ilim, kudret gibi, kendilerinde noksanlık olmayan ve yaratıklara verilen bu sıfatlara, yarattıklarından daha lâyıktır. O halde yaratıkların hepsi yaratıcıya işarettir. O’na delildir. Âyetle kıyas arasında bir fark var. Şöyle ki; âyet, gösterdiği ve işareti olduğu şeyin bizzat kendine delâlet eder. O halde her yaratık delildir ve yaratıcının bizzat kendisine işaret olma durumundadır. Nitekim bunu, yeri geldikçe uzun uzun anlattık.
Üstelik insan fıtratı yaratıcısını, bu âyetler olmadan da tanır, kabul eder. Çünkü o, bu özellikte yaratılmıştır. Eğer bu âyetler olmadan yaratıcısını tanıyamaz bir nitelikte olsaydı, onların yaratıcıya işaret eden âyetler olduğunu da bilemezdi. Çünkü onların yaratıcıyı gösteren birer âyet ve işaret olması, ismin ismi taşıyan varlığı (müsemmâ) göstermesi gibidir. İşaretten önce bu işaretin gösterdiği varlığın (müsemmânın) zihinde belirlenmiş, algılanmış ve ismin ona ait olduğunun bilinmiş olması gerekir. (Temel yapmada kullandığımız sert cisim müsemmâ, ismi İse taştır. Biz taş isminin bu cisme ait olduğunu bilir ve taş denince T-A-Ş harflerini değil, cismi düşünürüz)
Aynı şekilde bir şeyin başka bir şeye işaret etmesi, işaret edilen şeyin zihinde tasavvur edilmesini ve bu delilin ondan ayrılmaz olmasının bilinmesini gerektirir. Demek ki delilin, delâlet ettiği şeyden ayrılmaz olduğunu bilmek kaçınılmaz bir şeydir. Eğer delil getirilmiş şey zihinde belirlenmemişse ve akılda mevcûd değilse onun delil getirildiği şeye işaret ettiği bilinemez. Nitekim «tamlama»yı bilmek için, «tamlayan» ve «tamlanan»ı bilmek gerekiyor. Fakat insan bazan tamlamayı ve onun bir delil olduğunu (tamlayan ve tamlananı ifade ettiğini) bilmeyebilir. Eğer tamlamayı öğrenirse, o zaman tamlayan ve tamlana’nın ne demek olduğunu bilir ve bunların birbirinden ayrılmaz olduklarını anlar. ( Konuyu daha iyi anlamak için şöyle bir konuşma yapalım. — Körpenek nedir? —…? — Görüldüğü gibi kelime bize birşey anlatmamaktadır. Bu bir şeyin ismi olsaydı ve biz o şeyi daha Önce görmüş, tanımış olsaydık, körpenek o şeye delâlet edebilir, onun delili olabilirdi.
Şimdi başka bir soru soralım. — Temel yapmak için kullanılan, çekiçle kırılan sert… — Taş! — Sözümü kestiniz, niçin? Zihninizde taş sureti, taş kavramı olduğu için. Ve bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Taş deyince o cisim akla gelir, aklınızdaki o cismi anlatmak için de taş dersiniz. Aynı şekilde insanda yaratıcı fikri olmadan – ki vardır – yaratıkların O’na delil olması mümkün değildir. Allah, fıtratlara bu inancı vermiş, onun sapmaması, yanlışa gitmemesi için de peygamberler göndermiştir. (Çeviren) )
İnsanlar da bu yaratıkların, yaratıcıya delil ve âyet olduklarını biliyorlar. O halde yaratıcıyı da biliyor olmalılar. Değilse yaratıkların yaratıcıya delil olduklarını nereden bilecekler?
Şunu demek istiyorum: Aklî ve fıtrî olan bu şekiller, bu yollar Kur’ân’ın dışına çıkmadığı, aklın ve şeriatın üzerinde birleştiği, düşüncenin ve naklin ayrılmadığı şeylerdir.
Filozofların Allah anlayışı:
İbn Sînâ ve Râzî gibi filozoflarla onların görüşünü benimseyenler, Allah’ı isbâtın, mümkinâtı (zorunsuzları) O’na delil getirmek suretiyle olduğunu ve her mümkin (zorunsuz, var olması da, yok olması da muhtemel olan) bir vacibi (varlığı zorunlu olan bir yaratıcısı) bulunduğunu söylerler. Derler ki: Varlık ya vâcib (ezeli, ebedî, kendi kendiyle var olan, varlığı kendi zâtının gereği olup başkasına muhtaç olmayan ve varlığı zorunlu olan) veya mümkin (yani zorunlu varlığın söylediğimiz sıfatlarını taşımayan varlık) diye ikiye ayrılır. Her zorunsuzun mutlaka zorunlu bir var edicisinin olması kaçınılmazdır. Böylece her iki halde de zorunlu varlık mevcut olacaktır. (Yani zorunsuz varlık varsa -ki var, o da kâinattır -zorunlu varlık olan Allah da vardır. Eğer kâinatın varlığı zorunsuz değil diyecek olursak, o zaman zorunlu olduğunu söylemiş oluruz. Bu hale göre de zorunlu varlık yine vardır.) Bu sözleri İbn Sînâ ortaya koydu. Onları, kelâmcıların ve kendinden öncekilerin sözlerinden yararlanarak buldu. Şöyle: Kelâmcılar varlığı kadîm (ezelî) ve hadis (sonradan olma) diye ikiye ayırırlar. İbn Sînâ buradan yola çıkarak varlığı vâcib (zorunlu) ve mümkin (zorunsuz) diye ikiye ayırdı. Çünkü ona göre felek sonradan olma değil, mümkündür. Böyle bir taksimi ondan önce yapan olmadı. Büyük filozoflar onun bu görüşünün yanlış olduğunu, gerek kendisinden öncekilere, gerekse hemen hemen bütün akılcılara ve diğerlerine muhalefet ettiğini itiraf etmişlerdir. Yer yer açıkladık kî, ezelî ve zorunlu varlık olmak birbirinden farklı şeyler değildir. (Yani bir şey ezelî İse zorunludur, zorunlu ise ezelidir) Bunu bütün akıl sahipleri bilir. Aralarında bunun tersini savunan hiçbir akıllı çıkmamıştır. Tabiî şu İbn Sînâ ve onu izleyenler hariç. Evet biz varlığı sonradan olurken veya daha önce yok olduğu halde varlık alanına çıkarken görüyor, varken yok olduğuna tanık oluyoruz. Yok olan veya yok olacak olan varlık ne Vâcibü’l-Vücûd (varlığı zorunlu) olabilir ne de ezeli. (Varlığı mümkin ve vâcib şeklinde ikiye ayırmak Fârâbî’de (Ö. 339/ 950) de vardır. Bunu ilk olarak İbn Sina’nın (Ö: 428/1037) ortaya atması söz konusu değildir. Feleği ve varlıkları zorunsuz varlık kabul etme. Yunan felsefesinin temel görüşü olan maddenin ezeli oluşuyla, İslâm i’tikâdının temel inancı olan Allah’ın yaratmasını uzlaştırma gayretinden başka bir şey değildir. İslâm’da Allah, bütün varlıkları ve feleği yok iken yaratmıştır. Felsefecilere göre ise bunlar Allah’tan sudur, feyz yoluyla meydana gelmişlerdir (Danışman).)
Sonra sözgelimi, onların zorunlu olan varlığı (Allah’ı) isbât ettiklerini düşünsek bile, kullandıkları deliller, Allah’ın göklerden ve feleklerden ayrı bir varlık olduğunu kanıtlayacak özelliğe sahip değildir. Onların bu dikkatsizlik ve tutarsızlıklarını Gazâlî gibi düşünürler ortaya koymuştur. Ne var ki bütün dayanakları «madde zorunlu varlık olamaz, çünkü parçalardan meydana gelmiştir, mürekkeptir, zorunlu varlık ise mürekkep olmaz» demekten ibarettir.
Bu iddianın birçok yönlerden geçersiz olduğunu açıkladık. Kelamcılar da bu görüşün yanlış olduğunu kendilerine göre hep açıklayagelmişlerdir. Gazali de aynı işi kendi açısından yapmış bulunuyor (Zâtı ve sıfatları olan bir varlığın, zâtını ve sıfatlarını ayrı düşünüp, o zât ve sıfattan meydana gelmiştir, mürekkebtir, demek yanlıştır. O zaman Allah’ı da böyle düşünür, hâşâ mürekkebtir deyiveririz. Çünkü zât varsa, sıfat da vardır. Sıfat varsa, zât da vardır. Bir şeyin zâtı ve sıfatı var diye onu mürekkeb saymak, sonra da kalkıp ona zorunsuz (var olabilir de, olmayabilir de) demek yanlış bir düşüncedir.).
Çünkü «zorunlu» sözü çeşitli anlamlara gelebilen ortak bir sözcük durumuna girdi. Kendiliğinden var olup, yokluğu kabul etmeyen varlık için kullanılıyor. Bu durumda zâtı da zorunlu olur, sıfatları da. Bizzat kendiyle var olan, kendi zâtıyla varlığını sürdüren şeye de ««zorunlu» deniyor. O zaman zâtı zorunlu, sıfatları zorunsuz oluyor. Zorunsuz varlıkların, yani sonradan yaratılmış varlıkların var edicisi için de kullanılıyor. Onları var eden yaratıcıdır. Bunun için de zorunlu varlık, yaratmak sıfatlarını taşıyan bir zat oluyor, sıfatlardan soyutlanmış zât yaratmadığı gibi, zât’tan soyutlanmış sıfatlar da yaratmaz. İşte bu sebeble onların peşinden giden hakikatçilik ve irfan iddiacıları gide gide zorunlu varlık ile (Allah’ı değil) mutlak varlığı kasdetme durumuna düştüler. Nitekim bunu da yeri geldikçe geniş olarak açıkladık.
O halde, önce şundan söz etmeliyiz: Kulun mutluluğu Rabbine muhtaç olmasında, O’na karşı yoksul düşmesindedir. Yani bunu âdeta gözleriyle görecek, bilecek, gereğince bir tavır takınacak, O’na muhtaç, O’na amade olacak, boyun bükecek, O’nun karşısında ezilecek. Yaratıkların hepsi O’na muhtaç. Fakat birileri kendinde bir şeyler görerek, kendini müstağni sanıp da taşkınlık edebilir.
Nitekim Allah buyurur ki:
«Hayır, insan kendini müstağni (Allah’a muhtaç değil) saydığı için azar, taşkınlık eder» (96 Alak 6,7)
«insana nimet verdiğimiz zaman yan çizer, alır basım gider. Kötülük gelip çattığı zaman da artık enine boyuna dua eder»(41 Fussilet 51).
Bir âyettede: «Ümitsiz düşer»(17 İsra 83), buyuruluyor.
İnsanî ilişkilerdeki mutluluk:
Yaratılmışlarla olan ilişkilerde mutluluğun yolu şudur:
Onlarla ilişkilerin Allah için olacak. O konularda Allah’tan başka kimseye umut bağlamayacaksın ve yalnızca Allah’tan korkacaksın, Allah konusunda onlardan değil. Karşılığını onlardan bekleyerek değil, Allah’ın sevabını umarak iyilikte bulunacaksın. Onlardan çekindiğin için değil, Allah’tan korktuğun için haksız davranıştan el çekeceksin. Nitekim eserde şöyle gelmiştir:
«İnsanlar hakkında Allah’tan ümit et, Allah hakkında insanlardan ümit etme. İnsanlar hakkında Allah’tan kork, Allah hakkında insanlardan korkma». Yani hiçbir ibadeti, kulluk ve tâati onlar için yapma. Beni överler umuduna ve yererler korkusuna kapılma. Allah’a bel bağla, O’ndan umudunu kesme. Allah uğrunda yaptığın veya o uğurda yapamadığın şeylerde de yaratıklardan korkmadan, emrolunduğun şeyi yap; onlar hoşlanmasalar yine yap. Yine hadîste şöyle gelmiştir:
«Allah’ın hışmına rağmen, O’nun razı olmayacağını bildiğin halde insanları hoşnûd etmen, O’nun sana takdir etmediği şeylerden dolayı onları kınaman yakın (iman)’ının zayıflığındandır.» Çünkü yakîn’in içine, Allah’ın emrini yerine getirme çabası ile O’na itaati edenlere va’dettiği şeylere îman da girer. Allah’ın kaderine, yaratmasına, tasarrufuna ve idaresine inanmak da yakîn’in içindedir. O halde sen insanları, Allah’ın gazabına uğrayacağını bile bile razı etmeye çalışırsan yakîn’in yok demektir; O’nun va’dine, O’nun rızık vereceğine îmânın zayıftır. İnsan böyle birşeyi yaparsa, ya onların ellerindeki dünyalıklara tamahından dolayı haklarında Allah’ın emrini tatbik etmiyor, onlara bel bağlamış bulunuyordur veya Allah’ın, kendisine itaat edenlere dünyada ve âhirette va’dettiği zafer, destek ve sevap gibi şeylere inancı zayıftır.
Düşün ki Allah’ı razı edersen sana yardım edecek, seni rızıklandıracak; seni onların bir dilim ekmeğine bile muhtaç etmeyecektir. Öyleyse O’nun gazabına rağmen insanları razı etmek, artık ya onlardan korkulduğu veya onlara bel bağlandığı içindir. Bu da îmanın, yakin’in zayıf oluşundandır.( Yakîn, kesin bilgi demektir. İnsan bir şeyi bilir, kabul eder ve içinde yaşarsa bu imandır. Yaşaya yaşaya bu bilgi kesinleşir, yakın haline gelir.Ayağı bir çukura girmiş kimselerin, yavaş yavaş ibadete başlamalarının ve giderek bunu artırmalarının sebebi, içlerindeki silik bilginin iman, sonra yakînî iman mertebesine doğru ilerlemesinden kaynaklanıyor.)
Eğer kendinle ilgili olarak onlardan umduğun şey gerçekleşmemişse, artık iş onlara değil, Allah’a kalmıştır. Öyle ya, O’nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Artık sana takdir olunmamış bir şey için onları yerersen bu îmanının zayıflığındandır. O halde ne onlardan kork, ne onlara ümit besle, nefsine ve arzularına uyup onları kötüleme. Fakat şunu da unutma ki, Allah ve Resulünün övdükleri gerçekten övülmeye, yerdikleri de gerçekten yerilmeye lâyıktır.
Temim oğulları hey’etiyle gelen biri Resülüllah (s.a.v.)’e:
«Ey Muhammed, bana ver çünkü benim övgüm şeref, yermem utanç ve lekedir» dedi. Resülüllah (s.a.v.), «böyle olan Allah (c.c.)’dır», buyurdular» (Tirmizî, Tefsir, 49/2,).
Âişe (r. anhâ), Muâviye (r.a.) ‘a aşağıdakileri yazdı. Muaviye Âişe (r. anhâ)’nın bu hadîsi Resülüllah (s.a.v.)’den merfu olarak rivayet ettiği söylenir:( Özellikle Hz. Peygamber’e isnad edilen söz, fiil ve takrirlerden – ister munkatı’ isnadla rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl isnadla rivayet edilmiş olsun bütün hadîslere merfû’ denir. (Prof. Dr. Talât Kocyiğit, Hadîs istilahları s /217.)
«Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı razı ederse, Allah o kimseyi insanların bir dilim ekmeğine (azığına) muhtaç etmez. Kim, Allah’ın gazabına rağmen insanları razı ederse, artık onu Allah’tan hiçbir şekilde kurtaramazlar» (Tirmizî, Zühd 64).
Merfü hadîsin metni bu. Biride mevkuf olarak gelen bir hadîs var.( Mefkûf hadîs, sahabeden, isnadı ister muttasır, ister munkatı’ olsun söz fiil veya takrir olarak rivayet edilen haberdir (Prof. Dr. Talât Kocyiğit,Hadîs Istılahları s/224).) Şöyle ki:
«İnsanların öfkelenmesi pahasına da olsa kim Allah’ı razı ederse, Allah da ondan razı olur, insanları da ondan razı eder. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları hoşnud ederse, Allah dün onu beğenenleri de, övenleri de yericisi haline getirir» (Tirmizî, Zühd 64).
İşte Âişe (r. anhâ)’dan gelen (ona izafe edilen) söz budur. O’nun (r. anhâ) sözü ise ne büyük bir kavrayış, ne büyük bir anlayıştır. Birinci rivayet ise merfû (doğrudan Resülüllah (s.a.v.)’ın sözü) olduğu için daha kuvvetlidir. Evet, kim insanların kızması pahasına Allah’ı razı ediyorsa, O’ndan korunuyor, takvâlı davranıyordur. O’nun salih bir kulu olmuştur. Allah, salih kullarını dost edinir, onlara hep yardım eder. Kuluna yeterli olandır O.
«Kim Allah’tan ittikâ ederse, Allah ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır» (65 Talâk 2)
Demek ki, Allah, kulunu insanların bir lokma ekmeğine muhtaç etmiyor. İnsanların hepsinin böyle bir kuldan razı olması her zaman gerçekleşmez. Nefsanî arzularından kurtulanlardan, hakikati anlayanlardan hoşnud olurlar. Kim Allah’ın gazabına karşılık insanları hoş tutmaya kalkarsa, Allah’tan onun hiçbir şeyini hiçbir şekilde kurtaramazlar. Tıpkı ölüm ânı gelip çatmış olan bir zâlim kişinin, parmağını ısırarak şöyle demesi gibi:
«Ah! Keşke ben peygamberle birlik olup da bir yola gitseydim. Ah, keşke falanı dost edinmeseydim» ( 25 Furkân 27, 28)
Dün birisini övenin dönüp yermeye başlaması ise sık sık meydana gelen bir şeydir ve sonuç da böyle oluyor. Çünkü galibiyet takvanındır. En sonunda takva üstün gelir. Başlangıçta istekler, nefsânî arzular ağır bastığı için önce överler, sonra takva galebe çalar ve kötülemeye başlarlar. En iyisini Allah bilir.
Tevhid, şirkin karşıtıdır. Kul, Allah’ın hakkı olan tevhidi yerine getirip, O’na hiç şirk koşmadan kulluk ederse muvahhid (Birleyici) olur. Allah’ı birlemenin ve O’na ibadetin içine, O’na tevekkül etmek, O’na ümit beslemek ve O’ndan korkmak da girer. Kul şirkten böylece kurtulabilir. İnsanlara haklarını vermek, onlara düşmanlık etmemek suretiyle haksızlık ve zulmetmekten korunmuş, insanlar sebebiyle şirke düşmekten kurtulmuş olur. Rabbine itaat ederek, O’na isyan etmekten kaçınarak kendine zulmetmemiş, yazık etmekten kurtulmuş olur. Cenâb-ı Hak, bir Hadîs-i Kudsî’de şöyle buyurur:
«Namazı kendimle kulum arasında ikiye böldüm» (Müslim, Salât 38, 40; Ebû Davûd, Salât 132; Tirmizî.Tefsir 1/1; Nesei, iftitâh 23; İbn Mâce, Edeb 52; Ahmed bin Hanbel 2/241, 285, 460). Her iki yarının faydası da aslında kul için olmaktadır. Nitekim Taberâni’nin dua kitabında rivayet ettiği hadîste şöyle buyurulur:
«Ey kullarım, o dört bölümdür.Biri benim içindir, biri senin için, biri benimle senin aranda, biri de seninle yaratıklarım arasında. Benim hakkım, bana kulluk edip hiçbir şekilde şirk koşmamandır. Senin hakkın amellerine en muhtaç olduğun karşılığı vermemdir. Aramızdaki karşılıklı haklar ise senin dua, benim kabul etmemdir. Yaratıklarımla arandaki hak da şu: Onlara, sana yapmalarını sevdiğin (kendin için istediğin) şeyleri yap.»
Allah iki yarıyı da sever. Kendine kulluk yapılmasını sever. Allah’ın kuluna yaptığı yardım, verdiği hidayet v,s. O’nun lütuf ve ihsanındandır. Bunlar, kişiyi istenen amaca eriştirecek vesilelerdir. Allah, ibadetinin, kulluğunun yolu hidayetinden geçtiği, yardımıyla olduğu için hidayet ve yardımı sever. Kul önce, ihtiyaç duyduğu şeyi ister. İbadet ve kulluk için O’nun yardımına, dosdoğru yola iletmesine (hidâyetine) muhtaçtır. İbadete ancak böyle ulaşılabilir. Onun için Rabbinin murad ettiğine, istediği amaca ulaştırsın diye, önce ihtiyacı olan şeyi ister. Kurtuluşu ve mutluluğu bundandır.
«Amellerine en muhtaç olduğun karşılığı vermemdir» (Taberâni’nin dua kitabında rivayet ettiği mezkûr hadîsten), buyruğu da böyle. Doğrusu O, kulun amelinin karşılığı olan sevabı sever. Kul ise sadece kendi nefsine fayda verecek ameller yapar.
«Nefsin kazandığı iyilik kendi lehine, kötülük de kendi zararınadır» (2 Bakara 286). İbadet etmeyi istediği, kulluk edebilmek için yakardığı zaman, bunu, kendisine faydası dokunduğu, mutluluğunu sağlayıp Rabbinin azabından koruduğu için ister. Kul kendine yarar sağlamayan bir şeyi asla istemez. Rab Teâlâ bunu, kuluna uygun ve zâtına lâyık olduğu için sever ve diler. Artık kim Allah’a şirk koşmadan kulluk ederse Allah ondan hoşnut olur ve mükâfatlandırır. Kula, Rabbinin muradına uyarak, sevdiği nimetler gelir. Satıcı ve müşteri gibi. Satıcının müşteriden, istediği paradır. Bunun gereği malı teslim isteğidir. Müşteri de malı ister. Bunun gereği ise parayı ödeme iradesidir (Allah kulluk istiyor. Çünkü cennetini kullarına satmayı murâd etmiştir. Kul cenneti ister. O halde sâlih amellerin isteklisi olmalıdır. 9 Tevbe 111 de, «Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığı cennet olmak üzere satın almıştır,» buyurulur).
Rab Teâlâ sevilmeyi sever. Bu sevginin ayrılmaz bir unsuru, ibadetin vasıtalarını da sevmesidir. Kul muhtaç olduğu ve yararlandığı şeyleri sever. Bunun ayrılmaz bir parçası da Allah’a ibâdeti sevmesidir. Artık kim Allah’ı sever ve insanlara iyilikte bulunursa Allah’ın ve kullarının haklarını, dini Allah’a hâlis kılarak yerine getirmiş olur. İnsanlardan övülmek, dualarını almak v.s. gibi bir karşılık bekleyen kimse, onlara Allah için iyilik etmemiştir. Onlar hakkında Allah’tan korkan, Allah hakkında onlardan korkmayan, yaratıklara da, kendine de iyilik etmiştir. Çünkü Allah korkusu, onlara haklarını vermesine, haksızlık etmekten çekinmesine neden olur. Onlardan korkup Allah’tan korkmazsa kendine de, onlara da yazık edecektir. Çünkü Allah’tan başkasından korkmuş, O’ndan başkasına ümit bağlamıştır. Eğer Allah’tan değil de onlardan korkarsa, onların şerrini uzaklaştırmak için her yola başvuracak, ya yaltaklanacak veya iki yüzlülük edecek, yahut da onların kötülüğüne fazlasıyla veya aynısıyla karşılık verecektir. Onlara ümit beslediği zaman da, onlara Allah’ın hakkını uygulamayacaktır. Allah’tan korkmadığı zaman, onlara haksızlık yapmayı tercih edecektir. Şüphesiz nefs, zulmetmeyene bile zulmetmeye eğilimlidir. Artık zulmedene niçin zulmetmesin? Böylelerinin insanlardan çok korktuklarını; güçlüyken çok zâlim, yenikken basit ve aşağılık olduklarını görürsün. İnsanlardan, hallerine göre az veya çok korkarlar. İşte fitne nedenlerinden biri de budur.
Aynı şekilde onlardan umduğu zaman da ona umduğunu vermezler. Allah korkusu yoksa bu durumda onlara kin duyacak, haksızlık edecektir. İnsanların çoğunda bu durum vardır. Onları birbirinden korkan ve birbirinden bir şeyler uman kimseler olarak bulursun. Her biri diğerinden haksızlık görür ve haksızlık etmeye çalışır. Birbirlerine karşı haksız ve zâlimdirler. Allah’tan başkasına ümit besledikleri, onlardan korku duydukları için Allah’ın hakkına karşı zulmettikleri gibi, kendilerine karşı da zâlimdirler. Bu durum sebebiyle veya bu hal üzere kul azab görür. Çünkü bu hal günahtır. İnsana şirk, zina gibi belli suçları işletir. İnsan Allah’tan korkmayınca arzularına ve nefsine, hele hele elde edemediklerini isteme durumunda olduğu zaman daha çok uyar. Çünkü nefis hep, kendince huzur bulacağı, gamım, kederini defedeceği şeylere karşı – şayet kendinde Allah’ın zikriyle ve ibadetiyle huzur bulma hali yoksa -istekli olacaktır. Böylece haram olan aşağılık işlere; içki içmeye, iftira etmeye eğilim duyar. Hovardalıklarını, oyun ve eğlencelerini, kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasını v.s. anlatmaktan zevk alır. Halbuki kalb ancak Allah’a ibadet etmekle muradına erebilir.
Kalblerin kurtuluşu:
İnsan kendisine fayda verecek şeyleri elde etmek, zarar verecek şeyleri uzaklaştırmak gereği duyan bir varlık olarak yaratılmıştır. Ne var ki. insan sürekli istemektedir. Hiç şüphesiz bu isteklerdeki amaç nefsin sükûn ve huzur bulmasıdır. Ancak insan buna yalnız Allah’da kavuşur. Kalbler ancak O’nunla huzur bulur. Nefisler ancak O’na yönelmekle sükûnete erebilir.
«Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı fesat alır yürürdü»(21 Enbiyâ 22). Allah’tan başka hangi varlık ilâh edinilirse edinilsin, ortaya fesat ve düzensizlik çıkar. Kalblerin kurtuluşu ve huzuru ancak, hiçbir ortağı olmayan yüce Allah’a ibâdetle sağlanabilir.
Eğer kalbler, dini yalnızca Allah’a ait kılmaz ve ihlâslı olmazlarsa, çoğu insanın yaptığı gibi, kendileri için seçtikleri diğer ilâhlara tapınır, böylece de Allah’tan başkasına ibadet ederek ve başkasından yardım isteyerek şirk koşmuş olurlar. Yaratıcılarına kulluk ederek, O’nun yardımına sığınarak kavuşacakları mutluluğu bilmediklerinden başkasına ibadet eder, yardım isteğinde bulunurlar. Kalbler, ancak O’na kulluk etmeleri sayesinde başka bir mabuda ihtiyaç duymaz. Yalnızca O’ndan yardım isteyerek de, başkalarına boyun eğme zilletinden kurtulurlar. Eğer kul bu halde değilse, zavallı bir günahkârdır. Bu halden ancak Rabbine tâatte bulunarak kurtulabilir. İşte insanın hali budur. Muhtaç ve yoksundur, ama yine de yazık edip durmadan hatâ işler. Bu yüzden her zaman için Rabbine muhtaç olmaktan kaçınamaz. Bol bol bağışlarını serecek olan O’dur. Kulun da istiğfar etmesi lâzım. Allah şöyle buyurur:
«Bil ki, Allah’tan başka hiçbir ilâh yok, günâhına istiğfar et» (47 Muhammed 19).
Kul ancak tevhîd ile kuvvet kazanır, ihtiyaçtan kurtulabilir. Kim insanlar içinde güçlü olmaktan sevinç duyarsa hemen Allah’a tevekkül etsin. Allah, ancak günahlarına tevbe eden kulunun günâhını bağışlar.
«Onlar istiğfar ettikçe Allah onlara azâb edecek değildir» (8 Enfâl 33).
Kul ihtiyaç ve sıkıntısını ancak tevhîd ile giderebilir. Bundan asla kaçınılamaz. Kul tevhidi sağlamadıkça, elde edemediği matlûbu peşinde dâima muhtaç, dâima yoksun ve dâima azab içinde bulunur.
«Kendine şirk koşulmasını affetmez, bağışlamaz»(4 Nisa 48).
Tevhidin arkasından istiğfarda bulunursa, müstağniliğe ve mutluluğa ulaşır, böylece kendine azab veren şey ortadan kalkar. La havle ve la kuvvete illâ billâh (çâre ve güç ancak Allah iledir.)
Sadece Allah’tan korkmak:
Kul, Allah’a ibadet etme ihtiyacı içinde olduğu gibi, dâima O’na tevekkül edip dayanmak, O’ndan yardım istemek ihtiyacı içindedir de. O’na muhtaç olduğuna, O’nun kendisine mâbûd olmasına, yardım etmesine ihtiyacı bulunduğunu itiraf etmekten kaçınamaz. Çare ve güç ancak Allah’tandır. O’ndan, yine ancak O’na iltica edilir. Başka kapı yoktur. Allah buyurur ki:
«Ancak şu şeytan dostlarını korkulu gösteriyor» (3 Âl-i İmrân 175). Yani sizi kendi dostlarıyla korkutuyor. İbn Abbas ve diğerleri, Ferrâ’ (el-Ferrâ’, Yahya b. Ziyâd, 207/822, büyük dilbilimci, Küfe nahiv ekolünün İmâmı (el-A’lâm VIII/145)) vesair dilciler dahil, çoğunluğun kabul ettiği tefsir budur. İbnü’l -Enbârî -ki biz bunu tercih ediyoruz – şöyle der: Size dostlarını korkulu gösteriyor. Nitekim araplar malları verdim, derler. Bu, mallarını millete verdim, demektir. Yani birinci mef’ûlü (tümleci) bazan atarlar.
Ben diyorum ki, âyette birinci mef’ûl (yani, «size») atılmıştır. Çünkü şeytan insanlara dostlarını, herhangi bir istisna, kayıt ve şart olmaksızın korkulu gösterir. Bazı insanları diğer bazılarıyla korkutmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Birinci mef’ûl maksûd olmadığı için atılmıştır ( Kur’an’da bunun benzeri çoktur. Meselâ 39 Zümer 9 «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» âyetinde de mef’ûl (tümleç) yoktur. Yani bilenin neyi bildiği, bilmeyenin neyi bilmediğinden söz edilmemiştir. Zaten istenen de bu değildir. Bir şeyi bilen değil, hiçbir belirleme olmadan mutlak olarak bilen, bilmeyen gibi değildir. Yukarda da, şeytan şu şu kişilere korkulu gösterir değil, herkese korkulu gösterir anlamı var. Zaten şeytanın işi budur. Allahü âlem.).
Bazı müfessirler «münafık dostlarını korkutur» demişlerse de birinci açıklama daha kuvvetlidir. Çünkü âyet, onları kâfirlerden dolayı korkutması sebebiyle inmiştir. Âyet, sadece mü’minleri, insanlardan korkmaya itenler hakkında nazil olmuştur. Nitekim Allah: «Dostlarını korkulu gösterir, onlardan korkmayınız» buyuruyor. «Onlar» zamiri (kelimesi) «şeytanın dostları» yerini tutuyor. Onlar ise, bu âyetten iki âyet önce (3 Âl-i İmrân 173’te) geçen, şeytanın dostları olan ve haklarında yine insanların ağzından «Onlardan çekinin» Duyurulanlardır. İkinci görüşte olanlar, âyeti anlam yönünden tefsir eder, «şeytan dostlarını korkutur» derler. Çünkü şeytan, onlara musallat olur, dâima korkulu hallere düşürür. İsterse onlar alabildiğine çok olsunlar. Mü’minler ise Allah’a tevekkül eder, O’na dayanırlar. Şeytan onlara kâfirleri korkulu gösteremez. Veya birinci mef’ûlü kasdetmiş de olabilirler. O zaman anlam, «şeytan münafıklara dostlarını korkulu gösterir, münafıkları korkuttuğu gibi kâfirleri de korkutur» olur. Eğer «dostlarını korkutur», anlamı amaçlansa «onlardan korkmayınız» buyruğundaki ‘onlar’ zamirinin yerini tutacak bir kelime kalmıyor.
Her ne kadar şeytan, dostlarına vaadlerde bulunur, onları kuruntulara boğarsa da Allah kâfirlerin kalbine mü’minlere karşı bir yılgınlık verir. Şeytan bu yola gitmez. Allah şöyle buyurur:
«Siz onların kalblerinde Allah’tan daha korkutucusunuz»(59 Haşr 13), ve
«Kâfirlerin kalblerine yılgınlık atacağım»(8 Enfâl 12).
Şu var ki, selef içinde bu görüşe sahip olanlar, şeytanın müslüman görünenleri korkuttuğunu kasdediyorlar. Böyle olanlar düşmanla dostluk kurar ve bu yüzden münafık olurlar. Şeytanın marifetiyle kâfirlerden sadece münafık olanlar korkarlar. Nitekim Allah:
«Fakat onlar ödleri kopan bir topluluktur» (9Tevbe 56), ve
«Derken o korku hali gelince gördün onları, üstüne ölüm baygınlığı çökmüş kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlardı»(33 Ahzâb 19) buyuruyor.
Her iki görüş de onların yönünden doğrudur. Fakat cümlenin gelişinden şeytanın dostları sözüyle, şeytanın korkuttukları değil, korkutucu hale getirdikleri anlaşılıyor. Tabiî şeytan onları korkulu gösterdiği zaman onlardan, şeytanın bunlar vasıtasıyla korkuttuğu kimseler korkacaktır.
Artık âyet gösteriyor ki, şeytan dostlarını korkutucu, insanları da onlardan korkanlar haline getiriyor.
Âyet mü’minin, ne şeytanın dostlarından ne de öbür insanlardan korkmasının doğru olmadığını ifade ediyor.
Nitekim şöyle buyurulur:
«İnsanlardan korkmayın, Benden korkun»(5 Mâide 44) O halde Allah’dan korkmak emrolunmuş, şeytanın dostlarından korkmak yasaklanmıştır. Yine şöyle buyurur:
«İnsanların size karşı tutamakları olmasın diye… Ancak insanların zâlimlerinden korkmayın, benden korkun» (2 Bakara 150).
Burada Allah, zâlim karşısında ezilmeyi yasaklıyor ve ancak zâtına karşı ezik olmayı emrediyor. Yine şöyle buyurur:
«Allah’ın gönderdiklerini duyururlar, O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka kimseden korkmazlardı» (3 Ahzâb 39).
«Artık yalnızca benden korkun» (2 Bakara 40).
Allah’dan korkmayandan korkulmaz:
Bazı insanlar, «yârabbî! Senden ve Senden korkmayanlardan korkarım» derler. Bu söz, doğru olmayan, boş bir sözdür. Aksine kula, yalnızca Allah’tan korkmak, O’ndan başka kimseden korkmamak gerekir. Çünkü Allah’tan korkmayanlar, kendilerinden korkulmaktan çok çok uzaktırlar ve buna değmezler. Onlar zâlimlerdir ve şeytanın dostlarıdır. Şeytanın dostlarından korkmak ise yasaklanmıştır. Ama «bana eziyyet edebilirler» denirse, bu ancak Allah’ın musallat etmesiyle olabilir deriz. Allah onların vereceği zararı senden uzaklaştırmak isterse uzaklaştırır, iş O’nun isteğine kalmıştır. Kuluna günahları sebebiyle bazı korkuları musallat eder. Sen Allah’tan korkar, sakınır, O’na dayanır ve tevekkül edersen, seni zararın her türünden korur, onları üzerine musallat etmez.
Çünkü:
«Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter» (65 Talâk 3) buyuruyor. Eğer musallat etmişse bu senin günahların sebebiyle ve o şeyden korktuğun içindir. Allah’tan korkar, günahlarından tevbe eder, O’na istiğfar edersen, sana onları musallat etmez. Nitekim:
«Onlar istiğfar ettikçe Allah onlara azab edecek değildir» (8 Enfâl 33) buyurur.
Eserlerde (haberlerde) şu var:
«Allah der ki: “Ben Allah’ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Hükümdarların mâliki, kalblerinin hâkimi benim. Onları perçemlerinden ben tutacağım. O halde kim bana itaat ederse, hükümdarların kalbini ona karşı merhametli kılarım. Kim bana isyan ederse, ona hükümdarları musallat ederim. Hükümdarlara takılıp kalmayın. Fakat bana tevbe ve itaat edin ki, onları size karşı şefkatli yapayım.»
Peygamberler ve Rabbaniler:
Uhud günü Allah, sahabe (r. anhüm)’e düşmanı musallat edince :
«Böyle iken size, hasımlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet isabet ediverince bu da nerden çıktı mı diyorsunuz? De ki, kendi tarafınızdan» (3 ÂI-İ îmrân 165) ve :
«Nice peygamber var ki, beraberlerinde birçok rabbaniler savaş yaptılar da başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler, boyun eğmediler» (3 Âl-i İmran 146), buyurur. Kurrâ’nın büyük bir çoğunluğu âyeti قَاتَلَ «savaştı» şeklinde okur. Selefin ve halefin çoğunluğuna göre birçok rabbanilerden murad, çok cemâatlerdir.
İbn Mes’ûd (r.a.) ve bir rivâyetde İbn Abbas (r.a.) ve Ferrâ’, «binlerce insan» diye tefsir ederler. Diğer bir rivâyetde İbn Abbas (r.a.) yanısıra Mücâhid ile Katâde de bunu «birçok cemâatler» diye tefsir ederler. Kelime, fethalı, zammeli ve kesreli olarak, rabbiyyûne, rubbiyyûne ve ribbiyyûne diye üç türlü okunmuştur.
قَاتَلَ «savaştı» okunuşuna göre, peygamberle birlikte savaşan rabbanilerle, gevşemeyen ve zayıflık göstermeyenler aynı kişilerdir, Ebû Amr ve diğerlerinin okuyuşuna, yani يَقْتُلُونَ «öldürüldü» kıraatine göre iki açıklama söz konusudur.
1. Birinci açıklama, «savaştı» şeklindeki okuyuşa uygundur. Yani rabbaniler öldürülüyorlardı, ama onlardan çoğunun öldürülmesi dolayısiyle geriye kalanlar gevşemediler, zayıflık göstermediler, onlarda bir gevşeme olmadı, düşmanlarına boyun eğmediler. Aksine Allah’ın savaş emrini yerine getirdiler. Allah da onları zafere ulaştırdı ve böylece Allah’ın kelimesi en yüce oldu.
2. Peygamber (s.a.v.) ile beraber birçok rabbaniler öldürüldü. Geriye kalanlar, peygamber öldürüldü diye gevşemediler. Bu açıklama, o sırada şeytanın ‘Muhammed öldü’ diye bağırmasına uygun düşüyor. Ancak âyetin lâfzına uygun düşmüyor. Uygun olan, onların (r.a.), gelen belâların çokluğuna rağmen gevşememiş olduklarıdır. Eğer, «peygamber ve beraberinde korkmayan insanlar öldürüldü» anlamı kasdedilse, çok olduklarını söylemeye gerek yoktu. Belki az olduklarını söylemek daha uygundur. Çünkü çok iken böyle bir övgüye tabî tutulmaları geçerli değildir.
Sonra burada, sahabe (r.a.)’nin aleyhine de bir delil yoktur. Çünkü onlar Uhud günü sayıca azdılar ve düşmanları kat kat fazla idi. Sahabe evet gevşemediler ama onlar çoktular, biz ise azdık diyebilir.
Bu görüşe göre ‘nice peygamber’ sözü, öldürülen peygamberlerin çok olduğunu gösteriyor. Halbuki cihâd esnasında herhangi bir peygamberin öldürüldüğüne rastlanmamıştır.
Aynı şekilde peygamberlerden her birinin yanında da çok sayıda rabbaninin öldürülmüş olması gerekiyor. Bu ise olmamıştır. Çünkü Musa (a.s.)’dan önceki peygamberler savaş etmiyorlardı. Musa (a.s.) ve diğer İsrâîl peygamberleri de savaşta öldürülmediler. Cihâd yaparken öldürülen peygamberin bulunduğu bilinmiyor. Artık nasıl olur da hem bunlar, hem orduları çok olur?
Allah Teâlâ, peygamber (s.a.v.) ister öldürülsün, ister ölsün, bu durumda gerisin geri dönenleri kınamıştır. Peygamber (s.a.v.) öldüğü veya öldürüldüğü zaman korkmalarını değil, gerisin geri dönmelerini yermiştir. Bu sebeble Ebûbekir Sıddîk (r.a.) bu:
«Eğer O, ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz?»(3 Âl-i İmrân 144) âyetini, Resûlüllah (s.a.v.)’in vefatından sonra okudu ve sahabeye (r.a.) bu âyeti daha önce hiç duymamışlarmış gibi geldi.
Sonra başka bir tefsir daha zikredilmiştir. Şöyle ki: Sizden öncekiler savaşıyorlardı. Aralarından birçok insan ölüyor, yine de gevşeklik göstermiyorlardı. Peygamberlerin yanında birçok insanlar öldüğü için bu anlamda çokluktan bahsetmek uygundur. Çünkü kendisine bağlı birçok kişinin ölmesi, gevşemeye ve zayıflığa neden olur. Halbuki onlar çok ölü verdikleri halde gevşemediler. Gevşeselerdi imanlarının zayıf olduğu anlaşılırdı. Burada ‘gerisin geri dönmediler’ buyurmadı. Eğer âyetten maksat, peygamberin öldürüldüğü olsaydı, topukları üzerinde geri döndüler buyurulurdu. Çünkü peygamber öldüğü veya öldürüldüğü zamanda böyle bir şeyi bizzat Allah reddediyor. Yani Cenâb-ı Hak iki şeyi reddediyor; Peygamber öldüğü veya öldürüldüğü zaman dinden dönmeyi ve başa Allah yolunda düşmanın istilâsına uğramak gibi herhangi bir musibet geldiğinde gevşemeyi, zayıflık göstermeyi. Bu bakmadan başlarına gelenden dolayı gevşemediler buyuruyor, «peygamberin ölümü sebebiyle gevşemediler» buyurmuyor. Onlar sağ iken öldürülseydi sözün gelişine uygun bir şey söyler «başlarına gelenden dolayı gevşemediler» buyurmazdı. Şurası bilmen bir gerçektir ki savaşlarda genel olarak ümmetlerin başına, peygamberlerinin öldürülmesi gibi bir olay gelmemiştir.
Üstelik peygamberlerle birlikte birçok rabbaninin savaşması veya öldürülmüş olması, peygamberlerin onlarla birlikte ordu içinde bulunmasını gerektirmez. Belki peygambere tâbi olan ve O’nun dini için savaşan herkes O’nunla beraber savaşmış, O’nun dini üzere öldürülen herkes de O’nun yanında öldürülmüştür. Sahabe (r.a.)’-nin anlayışı budur. Çünkü onların yaptığı en büyük savaşlar, Resûlüllah (s.a.v.)’in vefatından sonra oldu ve tâ Suriye’yi, Mısır’ı,Irak’ı, Yemen’i, arap ve rumlar, ülkelerini, doğuyu, batıyı hep fethettiler. İşte o zaman peygamberle beraber savaşanların çok olmasının ne demek olduğu anlaşılıyor. Çünkü peygamberlerin dini üzere savaşan ve bu uğurda musibetlere uğrayanlar çoktur. Bu âyette, kıyamete kadar bütün mü’minlere itibar edilmiştir. Çünkü onların hepsi vefat etmiş olsa bile peygamberle beraber ve O’nun dini üzeredirler. Peygamberin katılmadığı seriyyelerde savaşan ashâb (r. anhüm) de O’nunla (s.a.v.) beraber savaşıyordu. Onlar (r. anhüm) şu âyete dâhildirler:
«Muhammed Allah’ın elçisidir. O’nun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhametlidirler» (48 Feth 29).
Şu âyete de :
«Sonradan iman edip hicret edenler ve sizinle beraber savaşanlar»(8 Enfâl 75). Yani itaat olunan zât ile beraber olan kimsenin O’nu görmesi, o zâtın yanında bulunması şart değildir.
Ribbiyyün’dan amacın «âlimler» olduğu da söylenmiştir. Öyle olursa «Ribbî» kelimesi «Rabbani» kelimesi gibi olur. İbn Zeyd ‘ ten, «onlar etbâ’ (tâbîler) ‘dir» diye bir rivayet var. O, onları tıpkı kullar gibi düşünmüştür. Fakat birinci görüş, çeşitli yönlerden daha doğrudur.
1. Rabbanilerle papazlar (hıristiyan âlimler) aynı kişilerdir. Onlar insanları terbiye ediyorlardı. Onların dinine göre onlar imamlardı. Bunların sayısı çok azdı.
2. Cihad ve sabrı emretmek onlara mahsus değildir. Peygamberlerin ümmetleri, her ne kadar hepsine ilim gelmiş ve hepsinde de Allah korkusu olmakla beraber hep rabbani kimseler değillerdi.
3. Rabbani lâfzının bu anlamda kullanılması dilde alışılmış bir şey değildir.
4. Ribbî lâfzının bu anlamda kullanılması da dilde alışılmış bir şey değildir. Aksine birinci anlamda, yani âlim mânasında kullanılışı biliniyor. Bunu söyleyenler «rabbani» kelimesinin Rab kelimesinin ism-i mensubu olduğunu söylerler. Meşhur okuyuş – «ribbî» şeklindedir. «Rabbî» okuyuşu taraftan olanların bu sözü, «râ» harfini fethalı okuyanlara itibarladır. «Rubbî» şeklinde de okunmuştur. Nitekim bu üç okuyuştan söz edilmişti.
5. İster «rabbani» olsun, ister olmasın Allah cihâdı emrettiği herkese sabır ve sebatı da emretmiştir.
6. Onların özellikle zikredilmesinin bir münasebeti yoktur. Uygun olan,
«Rabbaniler ve papazların onları nehyetmeleri gerekmez miydi?»(5 Maide 63)ve: «Fakat rabbaniler olun» (3 ÂI-İ îmrân 79) âyetlerinde olduğu gibi zikredilmeleridir.
7. Rabbani, Rabbe mensûb demektir. «Elif» ve «nün» eklenmesi, «lihyânî» kelimesinde (lıhye, sakal; lıhyânî sakallı) ki durum gibidir. İnsanların terbiyeye veya rubbân’a (gemi kaptanına) mensûb olmasına nazaran böyle söylenmiştir de deniliyor. İkincisi daha doğrudur. Çünkü ism-i mensûb yaparken aslolan ziyâde yapmamaktır. Çünkü onlar terbiyeye mensupturlar (terbiye edilenlerdir). Bu onlara aittir, onların işidir. Rabbe mensûb olmalarına gelince, onların böyle bir ayrıcalığı yoktur. Belki herkes O’nun kuludur. O’na mensûbtur. Bu nisbet ister genel, isterse özel olsun farketmez. Allah, muttaki dostlarını ve peygamberlerini rabbani diye adlandırmıyor. Çünkü «rabbani», insanları terbiye eden demektir. Nitekim «rubbânî» (kaptan) de gemiyi yönetir ve düzene koyar. Bu sebeble rabbaniler bazan övülüyor, bazan da yeriliyorlar. Eğer Rabbe mensûb olsaydılar asla yerilmezlerdi.
8. Eğer bu nisbet bir övgü ise, o zaman bazı durumlarda yerilmiş olmalarına ne diyeceğiz? Eğer övgü değilse o zaman onların imtiyaz edeceği bir haslet kalmaz. Gemi kaptanına (rubbânî’ye) mensûb olduğuna göre, artık Rabbe mensûb diyenlerin görüşü yanlış olur. Bu durumda «ribbî» kelimesini Rabbe mensûb anlamına almak haydi haydi yanlış olur.
9. Rabbe mensûb oldukları düşünülürse, bu nisbet onların âlimler olduğunu göstermez. Evet îmâna, ibâdete ve O’nu ilâh edinmeye işaret eder ki, bu bütün mü’minleri içine alır. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca O’na kulluk eden herkes O’nu ilâh edinmiş, ârif-i billâhtır. Ashabın hepsi böyledir. Fakat ne «rabbani», ne de «ribbî» diye adlandırılmadılar. Sadece İbn Abbas (r.a.)’ın vefatı üzerine İbnü’l-Hanefiyye’nin şu sözü söylediği nakledilmiştir. ( İbnü’l-Hanefiyye, Muhammed b. Âlâ b. Ebî Tâlib, 81/700, Hz. Ali (R.A.)’nin, Havle binti Ca’fer’den olma oğlu (el-A’lâm VI/270)) «Bugün, bu ümmetin rabbanisi öldü.» Bu isimlendirme,İbn Abbas (r.a.)’ın, Allah’ın kendisine verdiği ilimle insanları terbiye ettiği içindir. Halifeler onlardan daha faziletlidirler. Asıl rabbaniler onlar olmasına rağmen yine de «rabbaniler» diye adlandırılmadılar. İbrâhîm (İbrahim b. Yezîd b. Kays b. el-Esved en-Nehai, 96/715, tabiinden Irak fakihi müctehid bir imam olup Ebû Hanîfe’nin hocasıdır. (el-A’lâm l / 80) ), Alkame (Alkame b. Kays b. Abdillâh, 62/681, tabiînden Irak fakıhı ve İbn Mes’ûd (r.a.)’ın talebesi ve ibrahim en-Nehaî’nin hocasıdır.(el-A’lâm lV / 248) ) « rabbanilerdendir» der. Bu sebeble Mücâhid ( Mücâhid b. Cebr, 104/722, tabiînden ve müfessirdir. Zehebi, kurra’nın ve müfessirlerin şeyhidir, der (el-A’lâm V/278) ), «onlar insanları büyük ilimlerden önce küçük ilimlerle terbiye edenlerdir» demiştir. Onlar emir ve nehy ehlidir. Ahbâr (papazlar, âlimler) kelimesinin içine, bir bilgiden haberdar edenler, emr ve nehy yapmasa da başkasından rivayet ve tahdis yapanlar girer. Seleften «rabbani» kelimesi hakkında aktarılanlar bunlar. Alî (r.a.)’ın şöyle dediği de naklediliyor: «Onlar insanları hikmetle gıdalandıran ve onları hikmet üzere terbiye edenlerdir». İbn Abbas (r.a.) «Onlar öğretici fakîhlerdir» der.
Ben diyorum ki; emr ve nehy ehli olanlar, öğretici fakîhlerdir. Katâde(Katâde b. Diâme b. Katâde, 118/736, müfessir ve hadiste hafız ( el-A’lâm V/189) ve Atâ ( Ata b. Eşlem İbn Ebî Rabâh, 114/732, tabiînden büyük bir fakihti.(el-A’lâm lV/235) ) : «Onlar âlim ve hakîm fakîhlerdir» derler. İbn Kuteybe( İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim, 276/889, büyük dilbilimci (el-Alâm lV/137) ), «müfredi rabbanidir. Onlar öğretici âlimlerdir» der. Ebû Ubeyd( Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, 224/838, büyük hadisçi, fıkıhçı ve dil bilimci ( el-A’lâm V/176) ), «kelimenin ibranî veya süryânice olduğunu sanıyorum» demiş, arapların «rabbani» kelimesini tanımadıklarını iddia etmiştir.
Diyorum ki, kelime arapçadır, rubbâni (gemi kaptanı) kelimesinden ism-i mensubtur. Kaptan gemiyi tersaneye getirir, ıslahına bakar. Fakat arapların İslâm’dan önce rabbanileri olmamıştır. Çünkü onlar Allah’tan indirilmiş bir şeriat üzere değildiler. |