AK PARA-KARA PARA

AK PARA VAR-KARA PARA VAR.
AK AKÇE KARA GÜN İÇİNDİR.

Görüntünün olası içeriği: yazı

AK PARA-KARA PARA.
*
Kara para aklarım,
Kutularda saklarım.
Eğer polis gelirse.
Kızarır yanaklarım.
*
Zile basıp çaldılar.
İçeriye daldılar.
İmdat baba dedikçe 
Gözaltına aldılar.
*
Euru,dolar sayıldı 
Ebru düşüp bayıldı.
Güzel ülkemin adı.
Yolsuzlukla yayıldı.
*
İddia name dürüldü.
Dava çabuk görüldü.
Hırsız yağız olunca.
Onca müdür sürüldü.
*
Allah Allah dediler. 
Türkiye’yi yediler.
İş hesaba gelince.
Süt dökülmüş ak kediler.

AZINLIK-şiir

Satıcı simsarlar verdi el ele
“Bölünmez” ülkeye girdi azınlık.. 
Her yana dal-budak saldı mesele 
Postunu divana serdi azınlık.. 
*
 Kaboğlu fitneyi doldurdu kaba 
Gösterdi olağan dışı bir çaba 
Oran baskın çıktı, dedik merhaba 
Ortamı sinsice gerdi azınlık.. 
*
Yazmadı tarihler böyle hinliği 
Şaşırttı şeytanı kurul cinliği 
Bu kasap mantığı, bu pişkinliği 
“Al kurtul” ödülü, gördü azınlık.. 
*
 Düşündüm, kimlerle yarıştı aklım 
Nihayet öfkemle barıştı aklım 
Okudum raporu, karıştı aklım 
Saydım beş kişinin dördü azınlık.. 
*
Avrupa yurdumu bölmek istiyor 
En az beş parçada görmek istiyor 
Tez günde mezara gömmek istiyor 
Amacı, gayesi, derdi azınlık.. 
*
Doymadılar yiyip içtikleriyle 
Onulmaz yaralar açtıklarıyla 
Devşirme güruhtan seçtikleriyle 
Jokerleri öne sürdü azınlık.. 

Haçlı Avrupa’sı düğmeye bastı 
Yerli uşakları fikrini kustu 
Gözcüler uyudu, sözcüler sustu 
Yuların ipini kırdı azınlık.. 
*
Papaz kilisede tezgâhı kurmuş 
Anahtar satarak milyarlar vurmuş 
Diyalog esnafı selâma durmuş 
Muradı maksada erdi azınlık.. 
*
Kayboldu hamamın tarağı, tası 
Bitmedi irtica paranoyası 
“Ekümenlik Patrik” oyunun as’ı 
Hatayı, Mardin’i sardı azınlık.. 
*
AB yollarına düşer gideriz 
Gelme deseler de koşar gideriz 
Bir garip âlemde yaşar gideriz 
Bekliyor kapıda ferdî azınlık.. 
*
Kimliğin Türk, dinin İslâm, orda kal 
Yazılan raporu oku, ibret al 
Ey sahibi devlet, söyle, bu ne hâl? ! 
Diyorlar ki “Türk’ü-Kürdü azınlık” 
*
11 Kasım 2004/Vakit
Abdurrahim Karakoç

ALLAH’IN YASASI

(MÂİDE suresi 48. ayet)

وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنَ الْحَقِّ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰـكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ فٖى مَا اٰتٰیكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَمٖيعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ فٖيهِ تَخْتَلِفُونَ

(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.

(MÂİDE suresi 49. ayet)

وَاَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ اَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَا اَنْزَلَ اللّٰهُ اِلَيْكَ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمْ اَنَّمَا يُرٖيدُ اللّٰهُ اَنْ يُصٖيبَهُمْ بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْ وَاِنَّ كَثٖيرًا مِنَ النَّاسِ لَفَاسِقُونَ

Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmetOnların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’an’ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır.

(MÂİDE suresi 50. ayet)

اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?

(MÂİDE suresi 44. ayet)

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ …

… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.

(MÂİDE suresi 45. ayet)

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ …

… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir.

(MÂİDE suresi 47. ayet)

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ …

… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.

ALLAH VEKİLİMDİR

ALLAH KULUNA YETMEZ Mİ?
(ZÜMER suresi 36. ayet)
اَلَيْسَ اللّٰهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ وَيُخَوِّفُونَكَ بِالَّذٖينَ مِنْ دُونِهٖ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
Allah, kuluna yetmez mi? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutmaya çalışıyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.
—–
CAHİLİYYE HÜKMÜ.
أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ

“Onlar hala cahiliyye hükmünü mü arıyorlar?.
Kesin bilgiye inanan topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?. “
( Maide \50 )
https://sites.google.com/site/ibnihzm/
—–
KAFİRLER,FASIKLAR,ZALİMLER
Maide Suresi – Ayet 44
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.
———
Maide Suresi – Ayet 45
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir.
——–
Maide Suresi – Ayet 47
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.
——–
TAHKİM AYETLERİ.
Âl-i İmran Suresi 7.Ayet:
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

Sana Kitab´ı indiren O´dur. Onun (Kur´an´ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab´ın Anasıdır (esasıdır). Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.
—–
ZULMEDENLERE MEYLETMEYİN.
(HÛD suresi 113. ayet)
وَلَا تَرْكَنُوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ
Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.
———-
AYETEL KURSİ
(BAKARA suresi 255. ayet)
اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ مَنْ ذَا الَّذٖى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِهٖ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحٖيطُونَ بِشَیْءٍ مِنْ عِلْمِهٖ اِلَّا بِمَا شَاءَ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظٖيمُ

Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.
—–
HERKES KENDİ YAPTIĞIN’DAN SORUMLUDUR.
(NECM suresi 38. ayet)
اَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى
Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.
——
https://sites.google.com/site/ayetvehadisler/allah-in-yasasi

Fotoğraf açıklaması yok.

LOZAN HEZİMETTİR

İŞTE LOZAN ANTLAŞMASININ İHANET HARİTASI.
İnönü, 12 Ada için ısrar bile etmemiş
Türkiye’nin sahada kazandığı savaşı masada kaybetmesine neden olan Lozan Antlaşması’nda, tarihi 12 Ada’nın düşmana nasıl hibe edildiği, CHP’li İsmet İnönü’nün telgraflarının yayınlanmasıyla ortaya çıktı. İnönü, “12 Ada meselesi hallolmuştur, mevzu-u bahis olmadı, ben de ısrar etmedim” diyor.
24 Temmuz 2019 Çarşamba 12:30
İnönü, 12 Ada için ısrar bile etmemiş

İnönü, 12 Ada için ısrar bile etmemiş


CHP zihniyetinin Türkiye’ye yaşattığı ilk hezimet olan Lozan’ın hangi basiretsizliklere sahne olduğu gün ışığına çıkmaya devam ediyor. Tarihi ve stratejik öneme sahip 12 Ada’nın düşmana terk edildiği Lozan’da CHP’li İsmet İnönü’nün Ankara’ya gönderdiği telgraflarda 12 Ada için ısrarcı dahi olmadığı belirlendi.

Asrın hezimeti Lozan 96. Yılında
Derin Tarih dergisi Temmuz sayısında, Lozan’ın 96. yıldönümü vesilesiyle Uşi’den Lozan’a Ege’deki Oniki Ada’nın önce İtalya’ya, sonra Yunanistan’a nasıl verildiğini, yani Ege’deki İngiliz ipoteğinin perde arkasını kapsamlı bir dosyayla inceledi. Sahanın uzmanları Prof. Dr. Necdet Hayta, Prof. Dr. Mustafa Budak, Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran, Dr. Yılmaz Altunsoy, Mustafa Armağan, Samet Tınas ve Muhammed Mahmut Bakır’ın katkıda bulundukları dosya, Oniki Ada’nın kaybedilme sürecine ilk kez yayınlanan belgelerle ışık tuttu.

İtalya’ya böyle beyaz bayrak çekti
Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Hayta ile yapılan mülakat, Oniki Ada gerçeğine açıklık getirdi. Bilal Şimşir tarafından hazırlanan Lozan Telgrafları isimli esere atıf yapan Hayta, Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesinin ardından toplanan Lozan Konferansı’nda Başdelege sıfatıyla Türkiye’yi temsil eden İsmet İnönü’nün Ankara’ya gönderdiği telgrafları değerlendirdi. İtalya’ya adeta beyaz bayrak çeken İsmet İnönü’nün telgraflarındaki şok edici ifadelere değinen Hayta, şunları anlattı: “İsmet Paşa tarafından 28 Kasım 1922’de Ankara’ya çekilen telgrafta; konferanstaki İtalyan temsilci Garroni’nin kendisini ziyaret ederek, İtalya’nın Türkiye’nin görüşlerine yardım ettiği ancak hiçbir mukabele görmediğini söyleyerek, bazı isteklerde bulunduğu bildiriliyordu. Garroni ertesi gün de bu bir proje getirmişti. Paşa’ya göre yapılan görüşmelerde İtalya Türkiye’ye çok yardım etmişti ve ediyordu, bu yüzden getirdiği proje içinden bir şey verilmeliydi.”

Israr bile etmemiş!
Prof. Hayta, Lozan’da Türkiye Başdelegeliği görevini üstlenen CHP’li İnönü’nün 28 Kasım 1922 tarihli telgrafında “Oniki Ada meselesi hallolmuştur, şimdi konferansta mevzu-u bahs etmeye lüzum yokmuş” ifadelerini kullandığını aktardı. 24 Aralık tarihli telgrafta ise İnönü’nün, “Oniki Ada ve Suriye ve Irak hududlarının mevzu-u bahs olmasını müttefiklerin istemeyecekleri şayi oldu. 12 Ada filhakika (gerçekten) mevzu-u bahis olmadı. Ben de ısrar etmedim” sözlerine yer verilmiş.

23 adayı gözü kapalı verdik
Asrın basiretsizliği Lozan’da Türkiye, “galip ülke” olarak oturduğu masada Ege Denizi’ndeki toplam 23 adayı düşmana teslim etmişti. “12 Ada” olarak bilinen; Rodos, Patmos, Lipsos, Leros, Kalimnos (Kilimli), İstanköy (Kos, Coo), Astropalya (Stampalia), Nisiros (İncirli), Tilos (İlyaki, Sömbeki (Symi), Harki (Herke, Kharki), Karpatos (Kerpe) ve Kaşot (Kasos) adaları İtalya’ya bırakılmış, bu adalar 1947’de Yunanistan’a devredilmişti. Ayrıca 9 ada ise Lozan’da direkt olarak Yunan’a teslim edilmişti.

Adalar, Musul, Kerkük ve Batum…
1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile, İstiklal Savaşı’nda “asgari vatan” olarak belirlenen Misak-ı Milli sınırlarındaki birçok beldemiz düşmana peşkeş çekildi. Lozan’da Türkiye, Ege Adaları’nın yanı sıra; Batı Trakya, Kıbrıs, Musul, Halep, Lazkiye, Antakya, Batum ve Kıbrıs’ı teslim etti.

LOZAN

HEZİMETTİR

ALLAH’IN HÜKMÜ

ALLAH KULUNA YETMEZ Mİ?
(ZÜMER/36.ayet)
اَلَيْسَ اللّٰهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ وَيُخَوِّفُونَكَ بِالَّذٖينَ مِنْ دُونِهٖ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
Allah, kuluna yetmez mi? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutmaya çalışıyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.
—–
CAHİLİYYE HÜKMÜ.

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ

Onlar hala cahiliyye hükmünü mü arıyorlar?.
Kesin bilgiye inanan topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?. “
( Maide \50 )
https://sites.google.com/site/ibnihzm/
—–
KAFİRLER,FASIKLAR,ZALİMLER
(Maide/Ayet 44

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.
———
(Maide/ Ayet 45)
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir.
——–
(Maide/Ayet 47)
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.
——–
TAHKİM AYETLERİ.
(Âl-i İmran/7.Ayet)
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
Sana Kitab´ı indiren O´dur. Onun (Kur´an´ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab´ın Anasıdır (esasıdır). Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.
—–
ZULMEDENLERE MEYLETMEYİN.
(HÛD/113. ayet)
وَلَا تَرْكَنُوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ
Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.
———-
AYETEL KURSİ
(BAKARA/255.ayet)
اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ مَنْ ذَا الَّذٖى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِهٖ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحٖيطُونَ بِشَیْءٍ مِنْ عِلْمِهٖ اِلَّا بِمَا شَاءَ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظٖيمُ
Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.
——
https://sites.google.com/site/ayetvehadisler/allah-in-yasasi

Otomatik alternatif metin yok.

OY KULLANMANIN HÜKMÜ

OY KULLANAN BİR SEÇMENİN MUHALEFET ETTİĞİ ŞER’İ NOKTALAR.

1-) OY KULLANMAK YÜCE ALLAHA AİT OLAN BİR VASFIN ONDAN BAŞKASINA VERİLMESİDİR.

.Yüce Allah Yusuf süresi 40.ayeti kerimede;‘’HÜKÜM SADECE VE SADECE ALLAHINDIR’’diyerek hüküm ve hükmetme yetkisinin sadece ona ait bir özellik olduğunu işte böyle tekidle vurgular.

Şimdi şöyle bir düşünelim seçmen oy verdiği parti veya vekillere nasıl bir yetki veriyor?.

Oy verilerek başa getirilen parti veya vekiller artık o ülkede kanun yapma,ülkeyi yönetme hakkına sahiptirler.hatta bu partilere yöneten egemen olan güç manasında İKTİDAR PARTİ denir.O zaman yüce Allah’a ait olan bu özellik artık oy vesilesiyle başka bir varlığa verilmiştir.

OY KULLANAN BİR SEÇMENİN MUHALEFET ETTİĞİ ŞER’İ NOKTALAR.
1-) OY KULLANMAK YÜCE ALLAHA AİT OLAN BİR VASFIN ONDAN BAŞKASINA VERİLMESİDİR.
.Yüce Allah Yusuf süresi 40.ayeti kerimede;

مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِهٖ اِلَّا اَسْمَاءً سَمَّيْتُمُوهَا اَنْتُمْ وَاٰبَاؤُكُمْ مَا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِ اَمَرَ اَلَّا تَعْبُدُوا اِلَّا اِيَّاهُ ذٰلِكَ الدّٖينُ الْقَيِّمُ وَلٰـكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

‘’HÜKÜM SADECE VE SADECE ALLAHINDIR’’diyerek hüküm ve hükmetme yetkisinin sadece ona ait bir özellik olduğunu işte böyle te’kidle vurgular.
Şimdi şöyle bir düşünelim seçmen oy verdiği parti veya vekillere nasıl bir yetki veriyor?.

Oy verilerek başa getirilen parti veya vekiller artık o ülkede kanun yapma,ülkeyi yönetme hakkına sahiptirler.Hatta bu partilere yöneten egemen olan güç manasında İKTİDAR PARTİ denir.O zaman yüce Allah’a ait olan bu özellik artık oy vesilesiyle başka bir varlığa verilmiştir.

Adamın biri dese ki; ben her şeyi her anda her yerde görme vasfına sahibim,veya dese ben mutlak olarak gayb ilmini bilirim.Biz hiç çekinip tereddüt etmeden bu adama müşrik deriz.Çünkü bu adam yüce Allah’a ait olan bir sıfatı, kendi nefsine vermiştir.Veya Mekkeli müşrikleri düşünelim.Bu insanlar Allah cc yaratıcı olduğunu, rızk verdiğini,kabul ediyorlardı. peki neden Allah cc bu insanlara müşrik demişti?Çünkü bu insanlar Allah’a ait olan fayda ve zarar verme,ona dua edip ondan isteme vs. vasıfları, Salih insanların heykeli dedikleri taş parçalarına vermişlerdi.

Aynı şekilde ne isim adı altında olursa olsun, bugün Allah’ın yönetme ve hükmetme yetkisini Allah’ın dışındaki varlıklara veren insanlarda şirke düşmüşlerdir.Ki yüce Allah bunu daha net bir şekilde şöyle beyan eder;’‘O ALLAH HÜKMÜNDE HİÇ KİMSEYİ KENDİNE ORTAK KOŞMAZ’’ .
‘’YOKSA ALLAH’IN İZİN VERMEDİĞİ KONULARDA ONLARA KANUNLAR YAPAN ORTAKLARIMI VARDIR’’

İşte oy kullanarak Allah’ın izin vermediği konularda kanun yapanlara bu fırsatı veren seçmen, ayetin nassıyla Allah’ın dışında ortaklar edinmiştir..
‘’SİZEDE ALLAHIN DIŞINDA İBADET ETTİKLERİNİZE DE YAZIKLAR OLSUN.AKLETMEZMİSİNİZ??? ..
________________________
2-) OY KULLANMAK YÜCE ALLAHIN DIŞINDA RAB EDİNMEKTİR.
Medaricu-s salikin kitabında ibni kayyım rububiyet tevhidini açıklarken;
’’RUBUBİYET YARATMA VE HÜKMETMENİN SADECE ALLAHA MAHSUS OLUŞUDUR’’diye tanımlamıştır.yani bir insan yaratma ve hükmetme yetkisini kime ait kılıyorsa onun rabbı odur..yine kuranı kerimde naziat süresinde firavunun şu sözüne dikkat edelim.’’sizin yüce olan rabbiniz benim’’..müfessirlerden Fahreddin er-Razı bu sözü şöyle açıklar;’’kimsenin benim halkım üzerinde benden başka emir ve yasak koyma yetkisi yoktur.
Peki şöyle bir soru soralım?.

Acaba bugün yönetme yetkisini oy kullanarak, yüce Allah’tan başkalarına veren insanlar,bu yetkiyi verdikleri varlıkları rab edinmişler midir?

Cevabı yine kuran ve onu tefsir eden peygamberimizden alalım…Tövbe süresi 31. ayette;

اِتَّخَذُوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَسٖيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا اُمِرُوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اِلٰـهًا وَاحِدًا لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

‘’ONLAR PAPAZLARINI VE RAHİPLERİNİ ALLLAHIN DIŞINDA RABLER EDİNDİLER’’
Peygamberimiz (s.a.v.) bu ayeti şöyle tefsir etmişlerdir.’’onlar Allah’ın helal kıldıklarını haram,haram kıldıklarını da helal kıldılar’’
İşte yüce Allah’ın emretme ve yasaklama,helal ve haram kılma yetkisini din adamlarına veren insanlara, yüce Allah ‘’onları rabler edindiler’’diye yaklaşıyor..bugün bu yetkiyi ve allahın helal ve haramlarını değiştirme yetkisini meclise girecek olan partilere, oy vererek veren insan da ayetin nassıyla onları Allah’ın dışında rabler edinmiştir…

‘’SİZEDE ALLAHIN DIŞINDA İBADET ETTİKLERİNİZE DE YAZIKLAR OLSUN.AKLETMEZMİSİNİZ??? ..
________________________
3-) OY KULLANMAK ALLAHIN DIŞINDA İLAH EDİNMEKTİR
İLAH kelimesi için kamuslarda bir çok mana zikredilmiştir.Biz bu kelimenin manasını anlamak istiyorsak kurana baş vuralım.
‘’firavun-ey ileri gelenler-sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum dedi’’

Acaba firavun ilahlıktan neyi kastediyordu..Firavun ben sizin ilahınızım derken: Ben sizin yaratıcınızım,rızk vereninizim demiyor,bilakis ben sizin yöneticiniz,kanun yapanınızım demek istiyordu..Firavunun kastının bu olduğunu razi tefsirinde,alusi ruhul meani de ve mevdudi gibi alimler belirtmişlerdir..

Aynı sekilde İLAH kavramını anlamak için Mekke toplumuna gitmemiz yeterlidir.Çünkü Allah ve resulü bu toplumdan ısrarla lailaheillallah demelerini istemiştir..acaba neden bu insanlardan özellikle ‘’Allah’tan başka ilah yoktur’’ sözü istenmiştir de,’’Allah’tan başka rab yoktur’’ veya ‘’Allah’tan başka rızık veren yoktur’’gibi yine Allah’a ait olan sıfatları içeren sözler istenmemiştir?

Bunu anlamak için Mekke toplumunun içinde bulunduğu şirk çeşidini anlarsak, ilah kavramının manası kendiliğinden açığa çıkacaktır..Mekke toplumunda başlıca iki şirk çeşidi vardı.Varolan diğer şirkler ya bu iki çeşidin kısımlarından veya bu iki kısmın sonuçları mahiyetindeydi.

a-dua,adak,secde, vb ibadetlerin aracı olduklarına inanılan bir takım varlıklara yapılmasıb-hayat nizamını,Allah ve onun şeriatı değil,o günün parlamentosu olan darunnedvede bir takım kabile reislerinin belirlemesiydi..

İşte böylesi bir ortamda yüce Allah o kavimden tek ilah olarak onu benimsemelerini istemişti..yani tüm ibadetlerini ona yapacak,ve yönetme yetkisini var olan parlamentoda ki kabile reislerine değil ,yüce Allah’a vereceklerdi..

Acaba o günün insanları bu yetkiyi kabile reislerine tanıyınca, kendilerinden kelime-i tevhit istendiyse,bugün bu yetkiyi modern kabile reisi olan parti ve milletvekillerine,oy aracılığıyla veren insanlara,yeniden din gelse hangi kelime istenirdi?
‘’SİZEDE ALLAHIN DIŞINDA İBADET ETTİKLERİNİZE DE YAZIKLAR OLSUN.AKLETMEZMİSİNİZ??? ..
________________________
4-) OY KULLANMAK DİNE GİRİŞİN İLK ŞARTI OLAN ‘’TAĞUTU RED ETMEK’’ İLKESİNE AYKIRIDIR…
Yüce Allah ayeti kerimede ‘’Kim tağutu inkar eder.Allah’a da iman ederse muhakkak ki kopmayacak olan sapasağlam kulpa yapışmıştır’’ buyurmuştur.tağutu inkar edenlerin yapışacağı sapasağlam kulp tefsirlerde;’’kelime-i tevhit’’,’’iman’’,’’islam’’vb şekillerde tefsir edilmiştir.ama hepsinin ortak noktası dindir.yani ayeti kerime bir insanın dine veya kelime-i tevhide girebilmesi için iki şart koşmuştur.’’TAGUTU İNKAR’’ve ‘’ALLAH’A İMAN’’..

Ayeti kerimede –men- şart edatı kullanılmıştır .Usul alimlerimiz şartı tanımlarken; Şart, kendisi olmadığı zaman şart koşulan hükmünde olmadığıdır.Bir örnekle açıklayalım;Abdest namazın şartlarındandır.Abdestsiz namaz kılan insanın namazı geçersizdir.Aynı şekil tağutu inkar dine girmenin ilk şartıdır.tağutu inkarsız bir din veya kelime-i tevhit geçersizdir.nasıl ki abdestsiz namaz kılan adam, ne kadar fazla kılarsa kılsın,ne kadar tadili erkana riayet ederek kılarsa kılsın, namazı geçersizse,tağutu inkar etmeyen bir adamında dini vecibeleri ne kadar yerine getirse de bu iddiası geçersizdir..
Aynı şekilde tağutu inkarın İslamdaki öneminden olsa gerektir ki,Allah kendine imandan önce tağutu inkarı zikretmiş,ve göndermiş olduğu tüm peygamberlerin ortak davetinin insanları tağutu inkara çağırmak olduğunu bildirmiştir..

‘’Muhakkak ki biz her kavimde insanları Allah’a ibadete ve tağuttan uzak durmaya çağıran bir peygamber gönderdik….’
Acaba bütün peygamberlerin ortak daveti olan ve dine girişin, kelime-i tevhidin ilk şartı olan,inkar edilmesi gereken, uzak durulması gereken bu tağut nedir??yine cevabı kuranı kerimin ilgili ayetlerinden bulalım.tefsir ehlince malumdur ki kuran önce kuranla tefsir edilir.çünkü yüce Allah’ın sözünden ne murat ettiğini en iyi ifade edecek olan,yine kendine ait olan kurandır..İçerisinde tağut kelimesinin geçtiği ayetlere bakılacak olursa tağutun manası ve özellikleri anlaşılacaktır..

‘’Allah, iman edenlerin dostudur.onları karanlıklardan aydınlıklara çıkarır.kafirlerin dostu ise tağuttur.onları aydınlıklardan karanlıklara çıkarır’’ .Bu ayetten anlaşılan insanları vahyin aydınlığından küfür, şirk ve zulmün karanlığına götüren her şey tağuttur.
‘’Sen,sana ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini zannedenleri gördün mü?onlar tağuta muhakeme olmak isterler,oysa onlar onu inkar etmekle emrolunmuşlardı’’ .Bu ayette de Allah ve şeriatının dışında insanların baş vurduğu her türlü mercinin, kanunun, şahsın tağut olduğu anlaşılıyor.

‘’İman edenler Allah yolunda,kafirler ise tağut yolunda savaşırlar’’ Bu ayetten de Allah’ın ordularının dışında,onun yolunun dışında bir amaç için çarpışanların tağut oldukları ve ordularının da tağuti ordular olduğu anlaşılıyor.Şimdi asıl meselemize geçelim.Acaba bügün seçmenlerin kendilerine oy verdiği parti ve vekiller tağutun sıfatlarını kendilerin de bulunduruyorlar mı??bunu yaparken de piyasada bilinen en iyi partileri düşünelim..

-İnsanları vahyin aydınlığı olan ‘’hüküm sadece ve sadece Allah’ındır’’ düsturundan,demokrasinin karanlığı olan ‘’egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’’düsturuna çağırmıyorlar mı?.
-Bunların iktidardayken yürürlükte tuttukları ve her geçen gün yenisini ekledikleri kanunlar,yüce Allah’ın şeriatının dışında olan tağuti kanunlar değil midir?

-Yüce Allah’ın dinine açıktan düşmanlık yapan polis,asker vb kuruluşlar bunların elinde olan bakanlıklara bağlı kuruluşlar değil midir??,Uluslararası terör antlaşmaları adı altında dünya Müslümanları ile her türlü mücadeleyi verenler,ve bu antlaşmalar gereği İsrail,Amerika vb ülkelerle sıkı çalışma içerisinde olanlar bizzat bu şahıslar değil midir?.

Bu içlerinde kendini İslam’a nispet eden ve en muhafazakar görünen-ama asılda en tehlikeli olan-partilerdir.oy verip başa getirilen insanlar görüldüğü üzere ya bizzat tağutlaşmakta veya başa geldikleri tağuti sistemin çarkında döndüklerinden dolaylı mecburen tağutlaştırılmaktadırlar.işte oy veren insan, dine girmenin ilk şartı olan tağutu inkar etmek bir yana,onlara oy vererek onları desteklemektedir.

‘’SANA VE SENDEN ÖNCE İNDİRİLENLERE İMAN ETTİKLERİNİ ZAN EDENLERİ GÖRMEDİNMİ?ONLAR TAĞUTA MUHAKEME OLMAK İSTİYORLAR,OYSA ONLAR ONU İNKAR ETMEKLE EMROLUNMUŞLARDI’’

Allah bu ayetlerde münafıklardan bahsediyor-bazı tefsirlere göre-…onlara, inkar edin denilen tağuta başvurduklarından münafık damgası vurulmuştu..Acaba kendisine inkar et diye emredildiği halde,günümüz tağutlarına oy veren zavallılara kuran ayetleri inse ne derdi?Veya konu başındaki örneğimizi tekrar hatırlayalım.Allah abdest namazın şartıdır diyor.adamın biride ben abdestsiz de namaz kılsam olur diyor…Allah tağutu inkar etmeden Müslüman olamazsın diyor.Adam ben tağutu inkar da etmem,oyumla destek de veririm Müslüman da olurum diyor..
‘’SİZEDE ALLAHIN DIŞINDA İBADET ETTİKLERİNİZE DE YAZIKLAR OLSUN.AKLETMEZMİSİNİZ??
________________________
5-) OY KULLANMAK RESULULLAH (S.AV.) İN METODUNA MUHALEFET ETMEKTİR..
‘’Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz,Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız işi Allah’a ve resulüne götürün’’
’Senin Rabbine andolsunki onlar aralarında çıkan çekişmelerde seni hakem tayin edip,verdiğin hükme hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.

’’‘’Kim Resüle itaat ederse muhakkak ki Allah’a itaat etmiştir.’’
‘’Allah’a ve resülüne itaat ediniz.umulur ki merhamet edilirsiniz’’
Yüce Allah kendine imanın ve ahiret gününe imanın gereği olarak tüm insanlıktan, resülüne itaati istemiştir.ve Resüle itaat edecek olanların yüce Allah’a itaat ettiklerini bildirmiştir..

Yalnız Resüle itaat bazı sapkınların anladığı gibi helaya girerken,yatağa girerken,bıyık keserken vs gibi yerlerle yetinmek değil,bilakis resulün(s.a.v) din alanında yapmış olduğu tüm fiiliyatına tabi olmaktır.
Ve bunun en başında dinin nasıl yayılacağı,nasıl bir metot izleneceği,nereden ve nasıl başlanılacağı gibi mevzular gelir.konumuzla ilgili olan kısma geçecek olursak;Siyer kitaplarına bakıldığı zaman,Mekke döneminde peygamberimizin iki veya üç defa o günün parlamentosu olan darü’n nedveye çağırıldığı ve reddettiği herkesin malumudur.

ve verdiği cevabın ilk sözü üzerinde düşünülmeye değerdir.’’ben bununla gönderilmedim’’.Evet peygamberimiz bununla gönderilmemişti.

O Ebu Davut ve Ahmet’in rivayet ettikleri bir hadisinde ‘’Ben kıyametten önce sadece Allah’a ibadet edilsin ve şirk koşulmasın diye kılıçla gönderildim ve benim rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı demiştir’’.Yani o şirk meclislerine girmek,onları oy ve şakşakçılık yaparak desteklemekle değil,kılıç ile bu şirk merkezlerinin ortadan kaldırılması için mücadele vermek için gönderilmişti.

Bugün varolan parlamentolarla o günün darunnedvesi arasında ne fark vardır?.Orda da Allah’ın kanunlarının dışında kanunlar ile hayat nizamı belirleniyor,bugünün şirk merkezi olan TBMM de.Peygamberimiz (s.a.v.) bu kadar açık bir şekilde bu parlamentoları reddetmesine rağmen,bugün verdiği oylarla kendi yerine vekil olarak başkalarını aynı mahiyetteki meclislere gönderen insan, acaba lisanı hali ile ne demek istiyor??

veya peygamberimize ne kadar büyük bir muhalefet içerisinde olduğunu biliyor mu?.Allah peygambere itaati emrettiği gibi,ona itaat etmeyenleri de küfür ve şirkle itham etmiştir.
’Deki Allah’a ve Resulüne itaat edin.Eğer yüz çevirirlerse Allah kafirler gurubunu sevmez’’

‘’O resulün emrine muhalefet edenler kendilerine bir fitnenin ve elim verici azabın isabet etmesinden sakınsınlar.’’
‘’Onlar Allah’a resülüne iman ettik ve itaat ettik derler.Sonra onlardan bir grup itaatten yüz çevirir.onlar iman etmiş değillerdir.’’

TBMM-İSRAİL DOSTLUK GRUPLARI

TBMM-İSRAİL DOSTLUK GRUPLARI.

Ve İstifa Edenler.
İsrail’in dostluğunu tercih edip baskılar sonrasında istifa etmek zorunda kalan milletvekilleri:

TBMM Türk – İsrail Dostluk Grubu Üyeleri

ABDULLAH ÇETİNKAYA
Konya
Ak Parti

AFİF DEMİRKIRAN
Batman
Ak Parti
İstifa Etti

AGAH KAFKAS
Çorum
Ak Parti

AHMET UZER
Gaziantep
Ak Parti

ALİ AYAĞ
Edirne
Ak Parti

ALİ İHSAN MERDANOĞLU
Diyarbakır
Ak Parti
İstifa Etti

CENGİZ KAPTANOĞLU
İstanbul
Ak Parti

ALAETTİN GÜVEN
Kütahya
Ak Parti

EGEMEN BAĞIŞ
İstanbul
Ak Parti

EYÜP AYAR
Kocaeli
Ak Parti

HACI İBRAHİM KABARIK
Bartın
Ak Parti
İstifa Etti

HAKAN TAŞCI
Manisa
Ak Parti

İDRİS NAİM ŞAHİN
İstanbul
Ak Parti

ALİ RIZA ALABOYUN
Aksaray
Ak Parti

İSMAİL SOYLU
Hatay
Ak Parti

MAHMUT DURDU
Gaziantep
Ak Parti

MEHMET BEŞİR HAMİDİ
Mardin
Ak Parti

MEHMET KERİM YILDIZ
Ağrı
Ak Parti
İstifa Etti

MEHMET NEZİR NASIROĞLU
Batman
Ak Parti
İstifa Etti

MEHMET SARI
Gaziantep
Ak Parti

MEHMET SOYDAN
Hatay
Ak Parti

MEHMET YILMAZCAN
Kahramanmaraş
Ak Parti
İstifa Etti

MEHMET YÜKSEKTEPE
Denizli
Ak Parti
İstifa Etti

MİKAİL ARSLAN
Kırşehir
Ak Parti
İstifa Etti

MUSA SIVACIOĞLU
Kastamonu
Ak Parti
İstifa Etti

MUSTAFA DÜNDAR
Bursa
Ak Parti

MUSTAFA NURİ AKBULUT
Erzurum
Ak Parti
İstifa Etti

MUSTAFA SAİD YAZICIOĞLU
Ankara
Ak Parti
İstifa Etti

NACİ ASLAN
Ağrı
Ak Parti

NAZIM EKREN
İstanbul
Ak Parti

NEVZAT DOĞAN
Kocaeli
Ak Parti

NİHAT ERGÜN
Kocaeli
Ak Parti

NİHAT ERİ
Mardin
Ak Parti

OSMAN AKMAN
Antalya
Ak Parti

OSMAN NURİ FİLİZ
Denizli
Ak Parti

ÖZKAN ÖKSÜZ
Konya
Ak Parti

REMZİYE ÖZTOPRAK
Ankara
Ak Parti

SEMİHA ÖYÜŞ
Aydın
Ak Parti

SÜLEYMAN TURGUT
Manisa
Ak Parti

YÜKSEL ÇAVUŞOĞLU
Karaman
Ak Parti

ZEKERİYA AKÇAM
İzmir
Ak Parti

FAHRİ KESKİN
Eskişehir
Ak Parti

MEHMET SAİT ARMAĞAN
Isparta
ANAP

MUHARREM DOĞAN
Mardin
ANAP

MUHSİN KOÇYİĞİT
Diyarbakır
ANAP
İstifa Etti

MUZAFFER REMZİ KURTULMUŞOĞLU
Ankara
ANAP

REYHAN BALANDI
Afyonkarahisar
ANAP

SELAMİ YİĞİT
Kars
ANAP

ZÜHEYİR AMBER
Hatay
ANAP
İstifa Etti

MEMDUH HACIOĞLU
İstanbul
Bağımsız

AHMET GÜRYÜZ KETENCİ
İstanbul
SHP

MUSTAFA SAYAR
Amasya
SHP

ABDULKADİR ATEŞ
Gaziantep
CHP

AHMET YILMAZKAYA
Gaziantep
CHP

ABDULAZİZ YAZAR
Hatay
CHP

ALİ RIZA GÜLÇİÇEK
İstanbul
CHP

ALİ RIZA BODUR
İzmir
CHP

ATİLLA KART
Konya
CHP
İstifa Etti

BİHLUN TAMAYLIGİL
İstanbul
CHP

BÜLENT BARATALI
İzmir
CHP

CÂNÂN ARİTMAN
İzmir
CHP

MEHMET CEVDET SELVİ
Eskişehir
CHP

ENSAR ÖĞÜT
Ardahan
CHP

ERDAL KARADEMİR
İzmir
CHP

EROL TINASTEPE
Erzincan
CHP

FERİDUN AYVAZOĞLU
Çorum
CHP

FİKRET ÜNLÜ
Karaman
CHP

FUAT ÇAY
Hatay
CHP

GÜLDAL OKUDUCU
İstanbul
CHP

HALİL AKYÜZ
İstanbul
CHP

HALİL TİRYAKİ
Kırıkkale
CHP

HALİL ÜNLÜTEPE
Afyonkarahisar
CHP

HASAN AYDIN
İstanbul
CHP

HASAN ÖREN
Manisa
CHP

VELİ HAŞİM ORAL
Denizli
CHP

HÜSEYİN BAYINDIR
Kırşehir
CHP

İNAL BATU
Hatay
CHP

İSMAİL DEĞERLİ
Ankara
CHP

AHMET İSMET ÇANAKCI
Ankara
CHP

KIVILCIM KEMAL ANADOL
İzmir
CHP

KEMAL DEMİREL
Bursa
CHP

KEMAL KILIÇDAROĞLU
İstanbul
CHP

MEHMET ALİ ARIKAN
Eskişehir
CHP

MEHMET ALİ ÖZPOLAT
İstanbul
CHP

MEHMET BOZTAŞ
Aydın
CHP

MEHMET IŞIK
Giresun
CHP

MEHMET KÜÇÜKAŞIK
Bursa
CHP

MEHMET PARLAKYİĞİT
Kahramanmaraş
CHP

MEHMET SEVİGEN
İstanbul
CHP

MEHMET SİYAM KESİMOĞLU
Kırklareli
CHP
İstifa Etti

MEHMET TOMANBAY
Ankara
CHP

MEHMET YILDIRIM
Kastamonu
CHP
İstifa Etti

MESUT DEĞER
Diyarbakır
CHP

MEVLÜT COŞKUNER
Isparta
CHP

MUHARREM KILIÇ
Malatya
CHP

MUHARREM TOPRAK
İzmir
CHP

MUSTAFA GAZALCI
İzmir
CHP

MUSTAFA ÖZYURT
Bursa
CHP

NAİL KAMACI
Antalya
CHP

NEZİR BÜYÜKCENGİZ
Konya
CHP

NURİ ÇİLİNGİR
Manisa
CHP

OĞUZ OYAN
İzmir
CHP
İstifa Etti

ONUR BAŞARAN ÖYMEN
İstanbul
CHP

ORHAN SÜR
Balıkesir
CHP

OSMAN KAPTAN
Antalya
CHP

ÖZLEM ÇERÇİOĞLU
Aydın
CHP

RASİM ÇAKIR
Edirne
CHP

MEHMET SEFA SİRMEN
Kocaeli
CHP

SIDIKA SARIBEKİR
İstanbul
CHP

AHMET SIRRI ÖZBEK
İstanbul
CHP

TUNCAY ERCENK
Antalya
CHP

TÜRKAN MİÇOOĞULLARI
İzmir
CHP

UFUK ÖZKAN
Manisa
CHP
İstifa Etti

YAKUP KEPENEK
Ankara
CHP

YAŞAR TÜZÜN
Bilecik
CHP
İstifa Etti

YILMAZ ATEŞ
Ankara
CHP

YILMAZ KAYA
İzmir
CHP

ZEKERİYA AKINCI
Ankara
CHP

MUHARREM ESKİYAPAN
Kayseri
AK Parti

HASAN ALİ ÇELİK
Sakarya
Ak Parti

VAHİT KİRİŞCİ
Adana
Ak Parti

SERPİL YILDIZ
İzmir
ANAP
İstifa Etti

SERACETTİN KARAYAĞIZ
Ak Parti
Muş
İstifa Etti

MEHMET ALİ SUÇİN
Batman
İstifa Etti

AHMET İNAL
Batman
Ak Parti
İstifa Etti

SÜLEYMAN GÜNDÜZ
Sakarya
Ak Parti
İstifa Etti

FAHRİ KESKİN
Eskişehir
Ak Parti
İstifa Etti

HASAN AYDIN
Giresun
Ak Parti
İstifa Etti

ALİ AYDINLIOĞLU
Balıkesir
Ak Parti
İstifa Etti
İsrail’in dostluğunu tercih edip baskılar sonrasında istifa etmek zorunda kalan milletvekilleri:
AdanaÖmer ÇelikDengir Mir Mehmet FıratFatoş GürkanVahit KirişciAli KüçükaydınNecdet ÜnüvarKürşat Atılgan AdıyamanAhmet Aydın,Mehmet ErdoğanŞevket GürsoyAfyonkarahisarAbdülkadir Akcan,Abdülkadir AkcanZekeriya AslanHalil Aydoğan AğrıMehmet Hanifi Alır,Abdulkerim AydemirYaşar EryılmazCemal KayaFatma Salman Kotan,AksarayAli Rıza Alaboyunİlknur İnceözOsman Ertuğrul AmasyaAvni ErdemirAvni Erdemir AnkaraAşkın AsanZeynep DağıBülent Gedikli,Ahmet İyimayaBurhan KayatürkFaruk KocaMehmet Zekai ÖzcanNazmi Haluk ÖzdalgaYıldırım Tuğrul TürkeşBekir AksoyAhmet Deniz Bölükbaşı,Nesrin Baytok AntalyaMevlüt ÇavuşoğluMevlüt ÇavuşoğluSadık Badak,Yusuf Ziya İrbeçAtila EmekTunca ToskayHüseyin Yıldız ArdahanSaffet KayaEnsar Öğüt ArtvinErtekin Çolak AydınMehmet ErdemAhmet ErtürkErtuğrul KumcuoğluAli Uzunırmak BalıkesirAyşe Akbaşİsmail ÖzgünMehmet Cemal ÖztaylanAli Osman SaliAhmet Edip UğurAhmet Duran Bulut
BartınYılmaz Tunç BingölKazim AtaoğluYusuf CoşkunCevdet YılmazBitlisVahit KilerCemal Taşar BoluYüksel CoşkunyürekFatih MetinFatih Metin BurdurMehmet Alp BursaCanan Candemir ÇelikHayrettin Çakmak,Mehmet Altan KarapaşaoğluSedat KızılcıklıAli KoyuncuAli KulMehmet OcakdenMehmet TunçakMehmet Emin TutanOnur Başaran ÖymenHamza Hamit Homrişİsmet BüyükatamanNecati Özensoy ÇanakkaleNecati ÖzensoyMustafa Kemal CengizMüjdat Kuşku ÇankırıNurettin Akman,Ahmet BukanSuat Kınıklıoğlu ÇorumCahit BağcıAğah KafkasMurat Yıldırım DenizliMithat EkiciMehmet Salih ErdoğanSelma Aliye Kavaf,Mehmet YükselEmin Haluk Ayhan DiyarbakırEmin Haluk AyhanOsman AslanAli İhsan Merdanoğlu DüzceMetin KaşıkoğluYaşar YakışCelal ErbayElazığMehmet Necati ÇetinkayaFeyzi İşbaşaranTahir ÖztürkFaruk SeptioğluHamza Yanılmaz ErzincanSebahattin Karakelle Erzurum:Muhyettin AksakFazilet Dağcı ÇığlıkMuzaffer Gülyurt Zeki ErtugayEskişehirHasan Murat MercanBeytullah AsilEmin Nedim ÖztürkGaziantepHasan ÖzdemirMahmut DurduMehmet Erdoğanİbrahim Halil MazıcıoğluÖzlem Müftüoğlu GiresunHacı Hasan SönmezAli TemürAli Temür GümüşhaneKemalettin AydınYahya Doğan Hakkari:Abdulmuttalip ÖzbekRüstem Zeydan HatayOrhan KarasayarMustafa ÖztürkFevzi ŞanverdiSüleyman Turan Çirkin IğdırAli Güner Isparta:Süreyya Sadi BilgiçMehmet Sait DilekSüleyman Nevzat Korkmaz
İstanbulAbdülkadir AksuGüldal AkşitEgemen BağışAyşe Nur Bahçekapılı,Nusret BayraktarHüseyin BesliNecat BirinciFuat BolAlaattin Büyükkaya,Reha ÇamuroğluAlev DedegilMehmet Beyazıt DenizolgunMehmet Domaç,Canan KalsınRecep KoralBurhan KuzuÖzlem Piltanoğlu TürköneMehmet SekmenEdibe Sözenİdris Naim ŞahinHasan Kemal Yardımcıİbrahim Yiğit,İlhan KesiciÜmit ŞafakMithat MelenDurmuşali TorlakMesude Nursuna Memecan, Osman Gazi Yarmurdereli (Vefat), Gündüz Süphi Aktan (Vefat)İzmirTaha Aksoyİbrahim HasgürFatma Seniha Nükhet Hotar GökselErdal Kalkanİsmail Katmerciİsmail KatmerciTuğrul YemişciRecai BirgünAhmet Kenan Tanrıkulu KahramanmaraşMehmet Akif PaksoyFatih ArıkanAvni DoğanVeysi KaynakNevzat PakdilMehmet SağlamCafer Tatlıbal Karabük:Mehmet CeylanCumhur ÜnalMustafa Ünal KaramanMevlüt AkgünLutfi ElvanHasan Çalış KarsMahmut Esat GüvenZeki KarabayırGürcan DağdaşKastamonuHasan AltanHakkı KöylüMehmet Serdaroğlu KayseriYaşar KarayelAhmet ÖksüzkayaSadık YakutTaner YıldızMehmet Şevki Kulkuloğlu KırıkkaleTuran KıratlıTuran Kıratlı KırklareliTuran KıratlıKırşehirAbdullah ÇalışkanMetin Çobanoğlu KocaeliEyüp AyarMuzaffer BaştopçuAzize Sibel GönülCumali Durmuş KonyaAbdullah Çetinkaya,Orhan ErdemOrhan ErdemÖzkan ÖksüzAli ÖztürkAyşe Türkmenoğlu,Mustafa KalaycıFaruk Bal
KütahyaSoner Aksoyİsmail Hakkı BiçerHüsnü OrduHüseyin Tuğcu,Hüseyin Tuğcu MalatyaÖznur ÇalıkMahmut Mücahit Fındıklıİhsan Koca,Fuat ÖlmeztoprakÖmer Faruk ÖzMehmet Şahin ManisaRecai Berber,Mehmet ÇerçiMustafa EnözAhmet OrhanErkan AkçayŞahin MengüMardinŞahin MengüGönül Bekin ŞahkulubeyCüneyt Yüksel MersinAli ErMehmet Zafer ÜskülVahap SeçerMehmet ŞandırKadir UralBehiç ÇelikMuğlaMehmet Nil HıdırYüksel ÖzdenYüksel Özden NevşehirMahmut DedeAhmet Erdal FeralanRıtvan Köybaşı Niğdeİsmail GökselMuharrem SelamoğluMümin İnan OrduEyüp FatsaMustafa HamaratAyhan Yılmaz,Enver Yılmaz Osmaniyeİbrahim Mete DoğruerDurdu Mehmet KastalHakan Coşkun RizeBayram Ali BayramoğluLütfi Çırakoğlu SakaryaErol Aslan CebeciŞaban DişliAyhan Sefer ÜstünMünir Kutluata SamsunCemal Yılmaz DemirSuat KılıçFatih ÖztürkBirnur ŞahinoğluAhmet YeniOsman ÇakırŞanlıurfaYahya AkmanÇağla Aktemur ÖzyavuzRamazan BaşakEyyüp Cenap GülpınarZülfükar İzolMustafa KuşAbdulkadir Emin Önen,Abdurrahman Müfit Yetkin SiitAbdurrahman Müfit Yetkin Sinop:Abdurrahman Dodurgalı SivasMehmet Mustafa AçıkalınOsman KılıçHamza Yerlikaya TekirdağTevfik Ziyaeddin AkbulutKemalettin Nalcı TokatŞükrü AyalanOsman DemirHüseyin GülsünDilek YükselReşat Doğru Trabzon:Asım AykanMustafa CumurCevdet ErdölKemalettin GöktaşSafiye SeymenoğluSüleyman Latif Yunusoğlu UşakMustafa ÇetinNuri Uslu Van:Kerem Altunİkram DinçerGülşen OrhanKayhan Türkmenoğlu Yalovaİlhan Evcin YozgatAbdulkadir AkgülMehmet ÇiçekMehmet Ekici Zonguldak:Fazlı ErdoğanPolat Türkmen

İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR

İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır.
Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilir.

 İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .

إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ = Allah katında tek Din İslâmdır.

Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilir.

Buna cevap olarak deriz ki: Laiklik Fransa’da kilisenin ve papazların siyasete karışmasından sonra Rönesanss ile kiliseyi ve din adamlarını devlet yönetiminden uzaklaştırmak için çıkarılmış bir sistemdir. Fakat İslam’da batıda bilinen şekliyle bir “ din adamları “ sınıfının varlığı söz konusu değildir. Dolayısı ile böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunması söz konusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinden aktif bir rol oynamalarından söz edilemez.Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icra edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.

Bugün içinde yaşadığımız dünyada, İslam adına meydanlara, gazetelere, ekranlara, kürsülere çıkan pek çok alim ,önder, siyasi, akademisyen, maalesef İslam dışı olduğu bizzat kendi taraflarınca bu kadar net bir biçimde ortaya konan Laikliği ve Demokrasiyi sahipleniyorlar, bunları benimsediklerini söyleyebiliyorlar.
Üstelik bazıları daha da ileri giderek bu cahiliyye hükümlerinin Allah’ın dinine de iftira ederek, İslami olduklarını, İslam’la bağdaştıklarını iddia edebiliyorlar .

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ  

“Onlar hala cahiliyye hükmünü mü arıyorlar?. Kesin bilgiye inanan topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?. “ ( Maide 50 )

Cahiliyyenin anlamı belirgin bir biçimde bu ayette ortaya konulmuştur.Cahiliyye, Allah’ın belirttiği, Kur’an’da ifade edildiği üzere insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, Allah’a kulluğun bırakılması, Allah’ın ilahlığının reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve Allah’a değil onlara itaat ve ibadet edilmesi, onlara tapılmasıdır. Cahiliyye bir olgudur. Geçmişte yaşanan bu olguyla, bu günde yarın da yine karşılaşılacaktır. Cahiliyyenin niteliği İslam’la çelişmek, İslam’a karşı olmadır.

Allah’ın şeriatını reddeten; cahiliyye düzenini kabul ediyor, cahiliyyeyi yaşıyor demektir.! “Cahiliyye sistemleri yalnızca putperestlik şeklinde ortaya çıkan ya da buna benzer mitolojik tanrılara tapmak şeklinden ibaret değildir. Kavmiyet ve vatan gibi ad ve şekli değişik olabilir.Başkalarını zorla egemenliği altında tutan diktatör ve tağutlar gibi yeni putlar olabilir, hatta heykel putlar bunların birer sembolü olabilir .”

Günümüzde bütün çağdaş toplumlar, komünst, kapitalist, yahudi, hırıstiyan ve sözde müslüman geçinen bazı toplumlar bir tür cahiliyye toplumunu teşkil etmektedirler. Çünkü Allah’ın varlığına ve birliğine iman ettiklerini ifade etmekle birlikte tevhid akidesinin en önemli esası olan otorite hakkını ,egemenlik, hakimiyet, yetkisini Allah’a vermemektedirler. Hayatlarını düzenleyecekleri kanun ve kuralları koyma yetkisini, hem de mutlak manada, kendi hemcinslerinin oluşturdukları bazı kurumlara parlemento, hükümet ve yargı gibi organlara vermektedirler. hakimiyetin, hüküm koyma yetkisinin mutlak manada “millet”e ait olduğu ilkesini benimsemektedirler.

Sosyal konumu itibariyle kendilerince alt tabakalarda bulunan bir müslüman hanımın başını örtmesine itiraz etmeyenler, başını örten ya da çarşafa bürünen üniversite öğrencisi ya da belli bir kariyer ve kendilerince yüksek bir mevkide olan birisi oldu mu bu sefer devrim krizleri geçirir, laiklik saralarına tutulur, uysal , insan hakları havarisi kesilenler birden bire kırmızı görmüş boğaya dönerler; hatta bazıları daha da sapıtarak ağızlarından salyalar saçan bir mahluka dönüşürler.

Burjuvalar, tağutlar,laikler, tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduranlar, Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmesine kesinlikle karşı çıkacaklardır. Zira Allah’ın indirdiği hükümler uygulandığında, onların yüzlerine geçirmiş oldukları ilahlık maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece Allah’a ait olacaktır. Sömürü, zulüm ve haram üzerine kurdukları cahiliyye düzeninde kendilerine maddi çıkar sağlamakta olan sömürücü egemen güçler elbette ki Allah’ın indirdiği hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır.

Hüküm koyma yetkisi, sadece ve tek Allah’ın olmalıdır. İlahlığın her şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece Allah’a özgüdür. Zira egemenlik yani hakimiyet kanun koyma hakkı ilahlığın özelliklerindendir. Egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren ister bir birey, bir sınıf, bir parti, ister bir gurup, bir ulus, isterse uluslar arası bir örgüt şemsiyesi altında tüm insanlar olsun, ilahlığın nitelikleri noktasından, herkesten önce Allah’a savaş açmış demektir.

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ  

“De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabbler edinmeyelim .. “ (al-i İmran 64)
(Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.
Bu birbirini Rab edinme olayı en katı dikta rejimlerinin (monarşi ve oligarşi ) en başta gelen özelliği, insanları kendisine taptırma ve kurumlarını, sistemlerini , yasalarını kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini benimsetmedir.İşte ancak İslam nizamında insan bu boyunduruktan kurtulur. Özgürlüğe kavuşur .
Düşüncelerinidüzenlerini ,yaşam biçimlerini, yasalarını ve kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini yalnız Allah’tan alan bir özgürlüğe kavuşup kula kulluktan kurtulur .
İslam nizamında bütün insanlar eşit konumundadır . 
Cahiliyye de , demokrasi ve laiklikte ise insanlar Allah’ın değil de bazı insanların yaptıkları kanun , kural ve ilkeleri ,onların oluşturdukları meşru ve gayrimeşru ölçüleri benimser, onlara tabi olurlar. Bu Allah’tan başka bu ölçüleri, kanunları koyanları İlah ve Rabb edinmek sonucunu doğurur.

أَمْ لَهُمْ شُرَكَاء شَرَعُوا لَهُم مِّنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَن بِهِ اللَّهُ وَلَوْلَا كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ  

“Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı , derhal aralarında hüküm verilirdi . Ve zalimler için şüphesiz can yakıcı bir azap vardır “ ( Şu’ra 21 )

“ Şimdi sen , kendi hevasını İlah edinen ve allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı , kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü ?..”( casiye 23 )

Bu ayet ve tefsirinden anlaşıldığı üzere , hayatlarını düzenlerken Allah’ın değil de hevalarını esas almaları, hevalarını ilahlaştırmak şeklinde nitelendirilmektedir.

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُّبِينًا  

“Allah ve Rasulu ,bir işte hüküm verdiği zaman , artık inanmış bir erkek ve kadına , o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur . Kim Allah’a ve Rasulune karşı gelirse , apaçık bir sapıklığa düşmüş olur .” (Ahzab 36 ) İslam sisteminin temel kurallarından birini, bu sistemin önemli bir ana prensibini açıklamaktadır. Bu ayet insanların hevalarını esas almalarını , Allah ve Rasulunun bir hüküm verdiği konularda, insanların farklı, zıt hüküm koymaya kalkışmalarını temelden yasaklıyor.Laikliği de İslam karşıtı bir cahiliyye olarak dışlıyor.

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُواْ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُواْ إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُواْ أَن يَكْفُرُواْ بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيدًا  

“ Şunları görmüyor musun? Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi?Tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut’un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” ( Nisa 60 )
“فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا  
”Hayır! Rabbine andolsun ki ,aralarında çıkan anlaşmazlıkta ; seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.” ( Nisa 65 )

وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ أَهْوَاءهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ بَلْ أَتَيْنَاهُم بِذِكْرِهِمْ فَهُمْ عَن ذِكْرِهِم مُّعْرِضُونَ  

“Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi.Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirirler“ (Mu’minun 71)

لَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ كِتَابًا فِيهِ ذِكْرُكُمْ أَفَلَا تَعْقِلُونَ  

“And olsun ,size öylebir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (Enbiya 10)

Allah’a kulluktan kaçınanlar,sınırsız mercilere kullukta bulunma zilletine düşerler . Kendileri gibi insanlara kullukta bulunurlar. Onların önünde eğilerek hayatını onların kanunlarıyla, nizamlarıyla , değerleriyle kendileri gibi beşeri güçlere ibadet etme zilletini yaşarlar. Onlar ve bunlar yani yöneten ve yönetilenler Allah’ın önünde eşit oldukları halde birbirlerini Allah’tan başka rabbler edinirler.

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ  

“De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabbler edinmeyelim ..” (Al-i İmran 64)

اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَـهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ  

”Onlar, Allah’dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah’dan başka hiç bir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.” ( Tevbe 31 )

Bu ayetin tefsirine bakıldığında görülecektir ki Rab edinmenin şeklini açıklayan bi zatihi Rasulullah’ın kendisidir. !

“Tay kabilesi reisi olan Adiyy bin hatem şöyle der. 
Mekke fethedildiği gün ben Hırıstiyan olduğum için Mekke’den kaçtım. Bacım ise müslümanlara köle oldu.  Zamanla Rasulullah bacımı serbest bırakarak azad etti.Bacımda islamı tanıdığı için müslüman oldu. 

Bunun üzerine Mekke dışına çıkarak beni aradı ve akrabalarımın yanında beni buldu ve “ müslüman olduğunu,  İslam dininin çok güzel bir din olduğunu, islam’ı bize yanlış anlatmışlar, eğer Hz. Muhammed’den özür dileyip müslüman olursan senin için çok iyi olur. Hem mekke senin yurdun, kabile reisi olman itibariyle bir sürü malında vardır.Tekrar söz sahibi olabilirsin “ diyerek beni ikna etti .

Bende geri geldim .Mescidde Rasulullah’ı etrafında sahabelere:
-“Onlar, Allah’dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler,”Tevbe 31” ayetini okurken gördüm ve boynumda gümüşten bir Haç olduğu halde yanına geldim .

Ey Allah’ın rasulu ; ben eskiden Hırıstiyandım ve Hırıstiyanlığı iyi bilirim . Biz hiç bir zaman alimleri , rahipleri rab edinmedik , onlara ibadet de etmedik,dedim.

Bu ayette Allah (c.c.) ne demek istemiş dedim der.
-Bunun üzerine Hz. Muhammed : “Ey Adiyy ! çıkar o boynundaki putu “. Bende çıkardım . “Ettiniz Adiyy , ettiniz “ dedi.
-“O rahipleriniz , alimleriniz size Allah’ın kitabına muhalif olarak helal ve haram koymadılar mı ?” 
-Bende evet ya rasulullah ; onlar okumuş kimselerdi, böyle yaparlardı. Bunun üzerine

“ işte onların bu yaptıkları Rabb’liktir. Sizinde onların dediklerini benimsemeniz , uymanız onlara ibadetinizdir “ dedi. “

Evet kardeşler bu ayeti okuyalım,

tefsirini bir araştıralım ,sonra bunu günümüzde şekillendirelim . İbadet eden kullar aynı fakat rabb’lik yapan o gün alimler ve rahiplerdi . Bugün ise beşeri düzenlerin hepsi. Yani parlemento , meclis , krallık , vs. vs. Hayat nizamını, devlet yönetimini Allah’ın emrettiği kaynaktan almayanlar, şeytanın gönüllerine vesvese vererek nefs ve hevalarını ilahlaştırarak, yaratılmış akıllarını putlaştırarak, kendileri gibi yaratılmış, tuvalete girdiğinde üç büklüm olup defi hacet yapanlardan alırlar. İşte bu Cahiliyye’nin ta kendisidir.
Yüce Rabb’imiz bu meselenin iman ve küfür,
İslam ve cahiliyye, şeriat ve nefs meselesi olduğunu bildiriyor .Orta yol yok, uzlaşma yok. İki tarafın arasında barış yok. Müminler bir harfini gizlemeden ve hiç bir şeyini gizlemeden ve hiç bir şeyini değiştirmeden Allah’ın indirdikleri ile hükmedenlerdir. Kafirler, zalimler ve fasıklar da, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerdir.

MÜSLÜMANI NASIL ALDATTILAR?

Müslüman; ıslah adına, tebliğ adına dininden ve dâvâsından her çeşit tâvizi verebilen, Allah’ın hor gördüklerini hoş gören, “gelene ağam, gidene paşam” diyen, tepkisiz, buğzsuz, nefretsiz, dolayısıyla kişiliksiz insan değildir.
Düşünmeyen, hakkı yaşamayan bir çevrede, mü’min boyun eğen, sesini çıkarmayan, tepki göstermeyen, silik bir şahsiyet olamaz.
“Münkerler” etrafını kuşattığından, en azından kendini kurtarmak, bulaşıcı mikroplara karşı mücadele ederek koruyucu hekimlik tedbirlerini almak, yani“nehy-i anilmünker” yapmak mecbûriyetindedir.
Tevhid eri olabilmek için; Allah’ın dışında politik, medyatik, sosyal, sanatsal, sportif, maddî, fikrî, nefsî… alanlardaki tüm ilâhları reddetmek, putların ve putçuluğun her tezâhürüne, endâdın her görüntüsüne, fanatikliğin her çeşidine tavır almak olmazsa olmaz bir zarûrettir.
Muvahhid olmak, mü’mince yaşamak ve müslümanca ölmek için tâğutlara, zorbalara, ilâhlık taslayan şahıs, ilke ve kurallara, kısacası Allah’a itaat etmeyenlere “lâ” isyan bayrağını çekmek şarttır.
Bu tavır takınılmadan, izzet ve onurunu korumak da, mü’min kalıp mü’min ölmek de mümkün değildir (2/Bakara, 256).
Trafik ışığı olarak kırmızı lâmba konusunda itaatsizliğin cezası değerlendirilir de,
Allah’ın koyduğu helâl-haram hududuna itaatsizlik, her iki dünyada cezasız mı kalır dersiniz?

MÜSLÜMANI NASIL ALDATTILAR?

1-Müslüman; ıslah adına, tebliğ adına dininden ve dâvâsından her çeşit tâvizi verebilen, Allah’ın hor gördüklerini hoş gören, “gelene ağam, gidene paşam” diyen, tepkisiz, buğzsuz, nefretsiz, dolayısıyla kişiliksiz insan değildir.
2-Düşünmeyen, hakkı yaşamayan bir çevrede, mü’min boyun eğen, sesini çıkarmayan, tepki göstermeyen, silik bir şahsiyet olamaz.
3-“Münkerler” etrafını kuşattığından, en azından kendini kurtarmak, bulaşıcı mikroplara karşı mücadele ederek koruyucu hekimlik tedbirlerini almak, yani“nehy-i anilmünker” yapmak mecbûriyetindedir.
4-Tevhid eri olabilmek için; Allah’ın dışında politik, medyatik, sosyal, sanatsal, sportif, maddî, fikrî, nefsî… alanlardaki tüm ilâhları reddetmek, putların ve putçuluğun her tezâhürüne, endâdın her görüntüsüne, fanatikliğin her çeşidine tavır almak olmazsa olmaz bir zarûrettir.
5-Muvahhid olmak, mü’mince yaşamak ve müslümanca ölmek için tâğutlara, zorbalara, ilâhlık taslayan şahıs, ilke ve kurallara, kısacası Allah’a itaat etmeyenlere “lâ” isyan bayrağını çekmek şarttır.
6-Bu tavır takınılmadan, izzet ve onurunu korumak da, mü’min kalıp mü’min ölmek de mümkün değildir (2/Bakara, 256).
7-Trafik ışığı olarak kırmızı lâmba konusunda itaatsizliğin cezası değerlendirilir de,
8-Allah’ın koyduğu helâl-haram hududuna itaatsizlik, her iki dünyada cezasız mı kalır dersiniz?-

KULLUĞUN ÖZÜ

Allah her şeyden müsteğnidir
Allah’a muhtaç olmak
Zalim,Adil ve Muhsin
Kur’an’da kulluk kavramı
Varlığın ve aklın Allah’a delil oluşu
Filozufların Allah anlayışı
İnsanî ilişkilerdeki mutluluk
Kalblerin kurtuluşu
Sadece Allah’tan korkmak
Allah’dan korkmayandan korkulmaz
Peygamberler ve Rabbaniler

Sayfa İçindekiler:

  1. Allah her şeyden müsteğnidir
  2. Allah’a muhtaç olmak
  3. Zalim,Adil ve Muhsin
  4. Kur’an’da kulluk kavramı
  5. Varlığın ve aklın Allah’a delil oluşu
  6. Filozufların Allah anlayışı
  7. İnsanî ilişkilerdeki mutluluk
  8. Kalblerin kurtuluşu
  9. Sadece Allah’tan korkmak
  10. Allah’dan korkmayandan korkulmaz
  11. Peygamberler ve Rabbaniler

Allah her şeyden müstağnidir

Her şeyi yaratan Allah, kendisine ibadet ve tevekkül edilmesi (kulluk yapılması ve güvenilmesi) gereken yegâne varlıktır. Artık bir şey yapılacaksa ancak O’nun için yapılır, ümit bağlanacaksa O’na bağlanır. O’ndan ümit edilir. Yalnızca O, her türlü eksiklikten münezzehtir. Senden kaynaklanan bir sebeb olmaksızın, kudreti, iradesi ve rahmetiyle seni önceden yaratan ve nimetlere boğan O’dur. Sana yaptığı hiçbir şeye başkası güç yetiremez. Bir rızık elde etmek, bir zarardan kurtulmak istediğinde sana rızkı yalnızca O verir, başkası veremez; sana gelecek zarara ancak O engel olur, başkası olamaz. Nitekim buyurur:

    «Yoksa kimmiş şu sizin ordunuz, Rahmân’dan öte. size yardım edecek. Doğrusu kâfirler hep aldanış içerisinde.. Yoksa kimmiş şu size rızık verecek, şayet O rızkını kesiverse? Hayır boyuna azıyor, çılgınlık ediyorlar» (67 Mülk 20-21).

Yalnızca Allah (c.c.) sana nimet verir. Ancak O, sana lütuf ve ihsanda bulunur. Bu, isimlerinin, sıfatlarının sarımdandır. Çünkü O Rahmân’dır, Rahîm’dir, Vedûd (çok seven, sevilen)’tur, Mecid (şanlı, ulu)’dir. Kendi kendine yeterli, ihtiyaçtan münezzehtir. Kudreti zâtından ayrılmaz olandır. Rahmeti, ilmi ve hikmeti de böyledir. Bunlar O’nun zâtının gereğidir. Herhangi bir şekilde mahlûkatına muhtaç değildir. Bütün âlemlerden müstağnidir.

«Artık kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük ederse… Rabbim müstağni (muhtaç olmaktan münezzeh)’dir, kerim (yüce ve cömert)’tir» (27 Neml 40).

«Hani Rabbiniz bildirmişti ya, size, şükrederseniz artıracağım, nankör olursanız, azabım çok şiddetlidir diye» (14 İbrahim 7).

Musa (a.s.) da der ki:

«Siz de, bütün yeryüzündekiler de hep birden nankörlük etseniz (kâfir olsanız) doğrusu Allah müstağnidir (zarar görmez), Hamid’dir, her türlü övgüye ehildir (lekelenmez.)» (14 İbrahim 8).

Bir kudsî Hadîs’te de Allah şöyle buyurur:

«Ey kullarım! Öncekileriniz, sonrakileriniz, insan olanınız, cinleriniz sizin en kötü, en kara kalbliniz gibi olsalar bu benim mülkümden bir şey eksiltmez. Aynı şekilde, sizin kalbi en temiz, en takvâlınız gibi olsalar, bu da benim mülküme bir şey katmaz. Kalkıp bir yerde toplansalar, benden isteseler ve ne isterlerse versem bu katımdakilerden bir şey eksiltmez…» (Müslim, Birr, 55;  Tirmizî, Kıyâme 48; İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel V/154).

O halde Allah (sübhânehû) bizatihi müstağnidir, her türlü ihtiyaçtan uzaktır. O’na lâyık olan bütün kemal sıfatlarına bizatihi sahiptir, O’ndan ayrılmaz. Bu sıfatlardan biri için bile hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun fiilleri O’nun kemâlindendir. Yaptığını kemâliyle yapar. İhsanı, lütfü kemâlindendir. Hiçbir şeyi hiçbir şekilde başkasına muhtaç olduğu için yapmaz. İstediğini istediği şekilde yapandır O. Tasarruflarına yeten yegâne varlıktır. Ne zaman bir şey isterse bizzat kendi yeter, hiçbir varlığın yardımı olmadan hakkından gelir. Kimse O’na engel olamaz. Hiçbir işinde, hiçbir yardımcıya ihtiyacı yoktur. Hiçbir yaratık O’na destek değildir. Düşkün kalıp da dosta muhtaç olmaz.

Allah’a muhtaç  olmak

Kul, Allah’a daha çok boyun eğdikçe, daha çok muhtaç oldukça, O’na daha yakın, katında daha değerli, şânı daha yüce olur, yaratıkların en mutlusu, Allah’a en çok kulluk edeni hâline gelir. Yaratıklar için geçerli olan ise şudur: Dilediğine ihtiyacını aç, esiri olursun, dilediğinden müstağni ol, dengi olursun, dilediğine iyilik et efendisi olursun. Şâir ne doğru demiş :

    Tezellül (kendini alçaltmak) ile tedellül (müstağni olmak) arasında bir nokta farkı var.

Nokta kaldırılırsa herşey değişir, akıllar şaşar kalır.

Mahlûkat karşısında tezellül şirktir.

Ey delikanlı sen halefini (tedellülü) öğren.(Yazma nüshada bu  şekildedir. Kelimelerin  biri  «dal»  diğeri  «zâl»  ile)

Demek ki bir kul, her ne olursa olsun yaratıklara ihtiyaç içinde olduğunu göstermediği zaman alabildiğine değerli, alabildiğine muhterem oluyor. Onlardan müstağni olarak iyilikte bulunursan, onların gözlerinde çok büyük olursun; onlara bir bardak su için de olsa ihtiyâcını hissettirirsen gözlerinden düşer, ihtiyâcın oranında küçülürsün. İşte bu, din (yöneliş ve kulluk) tamamen Allah’a ait olsun ve O’na hiçbir şey ortak koşulmasın diye Allah’ın kanunlaştırdığı bir şeydir; O’nun hikmetinden ve rahmetindendir.

Bu nedenle Hâtimü’-Esamm , bâzılarının ne yapalım da kurtulalım sorusuna şöyle cevap verdi:

«Kesenin ağzını aç ver, insanların malında gözün olmasın. Sen onlara verir ve karşılığını beklersen, onlar da buna muhtaç iseler o zaman ihtiyaçlarınız denk, siz de denk olursunuz. Tıpkı satıcı ve müşteri gibi. İkisinin de diğerine bir üstünlüğü yoktur. Eğer onlar sana daha çok muhtaç iseler, o zaman onlar sana boyun eğerler».(Hatim b. Unvan, Ebû Abdirrahmân el-Esamm,  237/851.  Belh’li  bir  zâhid.  «Hâtimü’l-Esamm bu ümmetin lokmânıdır»  denilir. el-A’lâm,  1/152)

O her türlü eksiklikten münezzeh olan Rabbimiz Allah ise kendisine alabildiğine muhtaç olabileceğin, ihtiyaçlarım alabildiğine arz edebileceğin en cömert varlıktır. Yaratıklar ise olabildiği kadar az muhtaç olunacak basit, pek basit şeylerdir. Çünkü onların hepsi zaten ihtiyaç içindedirler. Dolayısıyla senin ihtiyaçlarını bilemez, sana yarar sağlamaya yol bulamazlar. Hattâ kendi çıkar ve hayırlarına bile akılları ermez ki, başkalarına yol göstersinler. Doğrusu buna yeterli de değildirler. Kendiliklerinden bunu isteyemezler de. Ne ilimleri var, ne yeterlikleri, ne de irâdeleri. Ancak yüce Rabbimiz bilir; senin maslahatına, menfaatine O yeter. Onları senin için, katından bir rahmet ve lütuf olarak ister. Bu, zâtının sânından olan bir sıfatıdır. Kimsenin zoruyla irade etmemiş, kimse O’nu rahmet edici kılmamıştır. Rahmeti zâtının gereği, ayrılmaz bir niteliğidir. Doğrusu: «Kendine rahmeti O yazdı». Rahmeti her şeyi sarmış ve kuşatmıştır. Mahlûkatın ise hepsi muhtaçtır. Yaptıkları her şeyi kendi ihtiyaçlarından dolayı ve kendi çıkarları için yaparlar. Onların elinden gelen budur; hikmet budur. Onlara ancak bu düşer, bu yaraşır. Artık mes’ûd (ezelde cennetlik yazılan) kişi, aslında hayır olmadığı halde hayır sandığı şeyleri değil, gerçekten hayır ve maslahatına olan şeyleri yapar. O halde insanlar üç kısma ayrılıyorlar: Zâlimler,  Âdiller ve Muhsinler.

Zalim, Adil ve Muhsin

Zâlim, senden yararlanmak isteyen ve malını gasbeden, karşılığını geri vermeyen veya senin zarar etmen pahasına kendine fayda sağlayan kimsedir.

    Âdil, tıpkı satıcı gibidir. Hakkını verir. Ne lehine, ne aleyhine davranır. Karı-koca, alıcı-satıcı ve iki ortak gibi her biri diğerine muhtaçtır, her birinin varlığı diğeriyle bütünleşir.

Muhsin ise iyilik yapan kimsedir. Fakat iyiliği senden elde edeceği bir karşılık sebebiyle yapmaz. Muhsin, ihtiyaç duyduğu ve hayrına olduğu için iyilik yapar. İyiliğinden haz duyarak, arzu duyduğu sevâb, iltifat, hürmeti ve iyilik yaptığı kimseye yakınlık v.s. gibi şeylere erişerek yararlanmış olur.

Demek ki Muhsin, her hâl ü kârda kendi çıkarı için sana iyilik etmiş. Diğer insanlar da sana ikramda bulunuyor, hürmet ediyorlarsa, sana muhtaç oldukları, sayende kendi çıkarlarını sağladıkları içindir. Bu çeşitli yollarla olabilir. Meselâ karşılıklı yarar sağlama yoluyla olabilir. Alıcı satıcı, ortaklar ve karı-koca arasında olduğu gibi. Çünkü bunlardan her biri diğerine muhtaçtır. Efendi kölelerine, köleler efendilerine, hükümdarlar orduya, ordular hükümdarlara muhtaçtır. Dünya böyle kurulmuştur. Veya senin onlara iyilik yapman şeklinde de olabilir. Yakınların, arkadaşların ve başkaları, sana, sen böyle olduğun için izzet ve ikramda bulundukları zaman, evet seni severler, sana izzet – ikram yaparlar, ama bu, sayende ikrama nail oldukları içindir. Söz gelimi sen onlardan yüz çevirirsen, onlar da senden yüz çevirirler, seni terkediverirler. Demek ki onlar gerçekte kendilerini, kendi gayelerini seviyorlarmış.

Hükümdarlardan tut da daha aşağı seviyede olanlara kadar herkes itaat edilen bir efendi gibi görünürler, ama aslında itaat etme durumunda birer köledirler. Herhangi biri efendisi veya kölesi sebebiyle eziyet görecek olsa duruma göre artık işler tümden değişir. Onlara muhtaç duruma düştüğü zaman artık sana ne sevgileri kalır, ne ikram ne de hürmetleri. Belki ihtiyâcını görürler o kadar.

Yüce Rabbimiz ise bundan münezzehtir. Hiçbir yaratık O’nun nimetlerinin karşılığını ödeyemez, kimse O’na lütuf ve ihsanda bulunamaz. Bu sebeble Resûlüllah (s.a.v.) sofra kaldırıldığı zaman şöyle buyururdu:

«Allah’a yetinilmez ve yetilmez, nankörlük edilmez, vazgeçilmez, yapmadan edilemez, iyi, çok ve mübarek hamdlerle hamdolsun, ey Rabbimiz» (Buhari, Et’ıme 54; Darımı, Et’ıme 3; Ahmed bin Hanbel lV/236).

Buhari bu duayı Ebû Ümâme’ den rivayet etmiştir. Evet, kul Allah’a lütufta bulunamaz. Aksine kuluna karşı yegâne lütufkâr, yegâne nimet verici Allah’tır. Bu konuda yalnızca O var, hiçbir ortağı yok. Mahlûkatın üzerindeki nimetlerin hepsi Allah’tandır. Kulun mutluluğu ihtiyacını tamamen Allah’a arzetmesinde, tamamen O’na muhtaç olmasında ,bunu kabul ve îlân etmesinde, bunun farkında olarak kulluğun gereğini yapmasındadır. Çünkü insan ihtiyaç içindedir de bunun farkında olmaz. Meselâ malı kaybolur, bilmez duruyor sanır. Kaybolduğunu anladığı anda tavrı değişir. Aynı şekilde bütün yaratıklar hep Allah’a muhtaçtırlar. Fakat kâfirler ve münafıklar bunun farkında olmayıp hep gaflet içindedirler; bunu bir türlü akıllarına getiremezler. Mü’min bunun farkındadır. Bunu ikrar eder. İkrarının gereğini de yapar. İşte kul budur.

Öyleyse hem insan, hem diğer bütün yaratıklar sadece Allah’a muhtaçtırlar. Muhtaç oluşları her birinin ayrılmaz özelliğidir. Herhangi birinin yaratıcısından başkasına muhtaç olması imkânsızdır. Allah’tan başka hiçbir varlık kendi kendine yetemez. Eksiksiz, eşsiz ve başka her şeyden müstağni olan yalnızca O’dur. Kendisinden başka her şey O’na muhtaçtır. Kul da, hem Rab olması, hem ilâh olması açısından Allah’a muhtaçtır. Bu, yer yer izah edilmişti.

İnsan dâima günah işler. O halde insan hem günahkâr, hem muhtaçtır. Yüce Rabbi ona rahmet eder, bağışlar. O bağışlayıcıdır, rahmetlidir. Rahmeti ve lütfü olmasaydı hayır diye bir şey olmazdı. Bu dünyada da olmazdı, âhirette de. Bağışlaması olmasaydı kul günahlarının şerrinden korunamazdı. O dâima nîmetlenmeye, zarar ve şerden kurtulmaya muhtaçtır. Nîmet ancak O’nun rahmetiyle elde edilir ve şer ancak O’nun bağışlamasıyla uzaklaştırılır. Çünkü şerrin sebebi kulların işledikleri günahlardan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak buyurur ki :

«Sana ne gibi bir iyilik dokunursa o Allah’tandır. Ne gibi bir kötülük dokunursa, o da sendendir»(4 Nisa 79).

Kötülük (seyyiât), kulun hoşuna gitmeyen felâket ve belâlardır. İyilik (hasenat) ise, kulu sevindiren nimetlerdir. Şu âyette olduğu gibi:

«Biz onları hem iyiliklerle, hem kötülüklerle imtihan ettik» (7 A’râf 168).

Nimetlerin, hayrın ve rahmetin tamamı Allah’tandır; sırf O’nun lütfü ve bağışıdır. Hiçbir varlık kendi yönünden Allah’a karşı bir hakka sahip değildir. Ancak Allah’ın kulları üzerinde hakkı vardır. Bu hakkı zâtına ait kılan O’dur. Yaratıklardan kaynaklanmıyor bu. Yine O’ndandır. Nitekim bu konu da yer yer açıklanmıştı.

Felâketler kulların günahları ve işledikleri kötülükler nedeniyle meydana gelir. Buyurur ki:

«Size hangi bir musibet dokunsa hep ellerinizin kazandığı, işlediğiniz şeyler sebebiyledir. Gerçi O, bir çoğunu da affediyor» (42 Şûra 30).

Nimetlere gelince, her ne kadar kulun yaptığı ibâdet ve tâat sebebiyle oluyorsa da, Allah o ibâdet ve tâatlerin sevabını zaten veriyor. O halde Allah Teâlâ kuluna nimet veriyor: İtaat ettirerek nimet veriyor, sevab yazarak nimet veriyor. Çünkü kulunu yaratan O, müslüman kılan O, boyun eğici ve itaatkâr kılan O’dur. İbrahim Halilullah (a.s.) da böyle söylüyor:

«Beni yaratan… O, beni hidâyete erdiriyor… Bizi Sana teslimiyyet gösteren (müslüman)lar kıl… Beni namaz kılan eyle» (26 Şuarâ 78, 2 Bakara 128, 14 İbrahim 40).

Allah buyurur ki:

«Onlar sabredip âyetlerimize hep kesin îman üzere olunca, onları bizim tasarrufumuzla yol gösteren hidâyet rehberleri kıldık» (32 Secde 24).

İbrahim (a.s.), Rabbinden, kendisini teslîmiyyetli ve namaz kılıcı etmesini diledi. Yine Allah şöyle buyurur:

«Fakat Allah size imânı sevdirdi ve onu kalbinize bezedi… Allah’tan bir lütuf ve nimet olarak»(49 Hucurad 7)

Ebû Dâvûd ve İbn Hıbbân’ın Sahîh’lerinde şu hadîs geçer :

«Bizi selâmet yollarına ilet. Karanlıklardan kurtar, aydınlığa ulaştır. Bizi nimetlerine şükreden, bundan dolayı sana hamdeden kullar et. Nimetlerine muhâtab kıl ve bize nimetlerini tamamla»(Ebû Davûd, Salât 178)

Fatiha’da da şu geçer:

«Bizi sırât-ı müstakime ilet» (1 Fatiha 6).

Taberânl, İbn Abbas ‘ tan şunu rivayet eder:

«Resûlüllah (s.a.v.)’in arefe akşamı yaptığı dualardan birisi de şu:  Allah’ım, sözlerimi sen işitir, bulunduğum yeri sen görür, gizlimi ve açığımı sen bilirsin. Hiçbir işim sana gizli kalmaz. Ben, yoksun ve muhtacım. Yardım isteyen, iltica eden, korkan, çekinen, günahını itiraf eden kulunum. Senden bir yoksul gibi dilenir, aşağı bir günahkâr edasıyla sana yalvarır; korkan, titreyen bir mazlum, boynu bükük, boynu sana kıldan ince, varlığı emrine amade bir kul tavrıyla sana dua ederim. Allah’ım beni dualarımla bedbaht etme, bana rahmet et, acı; ey dilenilenlerin en hayırlısı, verenlerin en iyisi!»

Kur’an’da kulluk kavramı

Kur’an’da «kul» kelimesi Allah’a kulluk edeni içerir. O’na kulluk etmeyen kimseye, Allah’ın kulu denmez.

    «Benim kullarıma karşı senin bir egemenliğin olmayacak (ey iblis)» (15 Hicr 42).

    Âyet şöyle devam ediyor:

«Ancak sana uyan azgınlar müstesna.» Bu âyette müfessir ve âlimlerin çoğunluğunun dediği gibi munkatı’ istisna  vardır.  (Yani şeytana uyanlar, şeytanın kuludur. Allah’ın kullarıyla aynı cinsten olamazlar. Munkatı’ istisna, ayrı cinsten olan şeyler arasında olur.)

«Bir pınar, ondan Allah’ın kulları içer» (76 İnsân 6).
«Rahmân’ın yeryüzünde sükûnetle yürüyen kulları» (25 Furkân 63) .
«Kulumuz Davud’u  an» ( 38 Sa’d 17).
«Gerçekten O’na yanık» ( 38 Sa’d 17).
«Kulumuz Eyyûb’u da an» ( 38 Sa’d 41).
«Kullarımız İbrahim, İshâk ve Ya’kûb’u da an» ( 38 Sa’d 45).
«Kullarımızdan bir kul buldular» (18 Kehf 65).
«Her türlü eksiklikten münezzehtir. O kulunu gece yürüten Allah» (17 İsrâ 1).
«Doğrusu o, çok şükredici bir kul idi» (17 İsrâ 3).
«Kulumuza indirdiğimizden şüphe içindeyseniz» (2 Bakara 23).
«Kuluna ne vahyettiyse vahyetti» (53 Neml 10).
«Ve Allah’ın kulu (Muhammed)  kalkıp dua ederken…» (72 Cinn 19).
«Kuluna Furkân (Kur’ân’)’ı indiren Allah çok yücedir» (25 Furkân 1).
Bu ve benzeri âyetler çoktur. Bazan da kul kelimesi bütün yaratıklar için kullanılır.
«Allah’tan başka tapınıp yalvardıklarınız, sizin gibi kullardır» (7 A’râf 194) .

«Kâfirler beni bırakıp da kullarımı dost edinmelerinin hesabını hiç yapmadılar mı?» (18 Kehf 102 ).

Bu âyette geçen kullardan maksat, melekler ve peygamberlerdir, denilebilir. Artık onların dost ve efendi edinilmeleri yasaklandıktan sonra, geri kalanların mevlâ edinilmeleri haydi haydi yasak olur. Nitekim Allah şöyle buyurur:

«Göklerde ve yerde ne var ne yoksa hepsi Rahmân’a kul olarak gelecektir» (19 Meryem 93).

Müslim’in, Deccal hakkında rivayet ettiği sahih bir hadîste de şöyle buyurulur:

«Allah, İsa (a.s.)’a şöyle vahyedecek: Benim öyle kullar (ım) var ki onlarla savaşmaya kimsenin eli varmaz» (Müslim, Fiten 110) .

Bir âyette de şöyle buyurulur:

«Üzerinize bazı kullar(ımız)ı yolladık» (17 İsra 5) .

İşte bu kullar Allah’a itaatli değillerdi. Fakat isteseler de istemeseler de hakikatte kuldurlar; Allah’a muhtaçtırlar, kahrına mağlûb, ilâhî kaderin mahkûmudurlar.

Bazan kul oluşları, yaratıcıyı kabul etmeleri, O’na mahkûm olmaları anlamında olabilir. Buna rağmen yine de kâfir olabilirler. Allah şöyle buyurur:

«Onların çoğu, Allah’a şirk koşmadan inanmazlar. (Hem O’na inanır ve yaratıcı olduğunu bilir, hem de şirk koşarlar) » (12 Yusuf 106) .

«Hepsi Rahmân’a kul olarak gelecektir» (19 Meryem 93).

Yani muhtaç ve mahkûm olacaklardır. Bilindiği gibi kıyamet gününde O’nun huzuruna böyle gelecekler.   Büyüklenip Allah’a ibâdet ve kulluktan kaçınmaları dünyâdayken olmuştur. Çünkü devamında şöyle buyurulur:

«Onların hepsini kuşatmış ve onların bir bir hesaplarını tutmuştur. Hepsi de kıyamet günü O’na tek başına gelecektir»  (19 Meryem 94-95).

Bu tek tek huzura çıkış şu âyette de geçiyor:

«Andolsun ilk kez yarattığımız gibi, yine tek olarak bize geleceksiniz» (6 En’âm 94).

«Yerde ve göklerde ne varsa gönüllü veya gönülsüz O’na teslim olmuştur» (3 Âl-i îmrân 83).

«Göklerde ve yerdekilerin hepsi gönüllü veya gönülsüz Allah’a secde eder (baş eğerler)»(13Ra’d  15).

«Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Hepsi O’na boyun  eğmiştir»  ( 2 Bakara 116).

Bundan maksat, onların Allah’ın irade ve kudretine tamamen mahkûm ve yönetilen yaratıklar olduğunu söylemek değildir. Çünkü gönüllü ve gönülsüz deyimi böyle bir durumda kullanılmaz. Gönüllülük ve gönülsüzlük, bir varlığın kendi isteğiyle yaptığı şeylerde olur. Ama o varlığın, yaptığı işte bir payı yoksa artık onun için boyun eğmiş, divan durmuş ve hatta teslim olmuştur denemez. Belki hepsi yaratıcıya fıtratları itibariyle bağımlıdır. Hepsi O’na teslim olur, boyun eğer, divan durur. Ama bütün bunları şu nedenlerle yaparlar:

1.  Allah’a muhtaç olduklarını, zorlandıklarını bilirler.
2.  Darda kaldıkları zaman O’na yalvarırlar.
3.  Allah’ın, haklarındaki takdir ve iradesine mahkûmiyyet ve mecbûriyyet duyarlar.
4.  Allah’ın bütün konularda emrettiği bir çok şeye uyarlar. Çünkü diğer insanlar, kulun istediğini elde etmesini sağlayamazlar. Belki onu sevmediği adalete zorlar, mahkûm ederler. Adalet Allah’ın emrettiği şeylerdendir. İster tevhîd konusunda ve isterse başka konularda olsun, insanların bazan Allah’a isyan etmiş olması, onların gönülsüz boyun eğici, mahkûm ve divan durucu olmalarına engel değildir. Meselâ mü’minler, ehl-i kitab ve veya başka âsiler her ne kadar bazı konularda isyankâr iseler de, Allah’ın Resulü  (s.a.v.)  ile gönderdiği dinin (İslâm kanunlarının)  mahkûmudurlar.
Mü’min ise Rabbi’nin emrine gönüllü itaat eder, Allah’ın takdir ettiği belâlara boyun eğer. Çünkü o belâlar karşısında yine Allah’ın emrettiği sabır gibi şeyleri isteyerek yerine getirir, Allah’a gönüllü teslim olur, gönüllü tâat gösterir. Secde etmek (baş eğmek) de, itaat ve boyun eğme anlamındadır. Her varlığın secdesi (baş eğmesi) kendine göre, kendine uygun bir biçimdedir. Bütün bunlar, boyun eğmeyi ifade eder.

Yaratıkların Allah’a muhtaç oluşu, O’nsuz olamayacakları, yâni varlıklarının, özelliklerinin ve işlerinin ancak O’nunla olabileceği anlamındadır. Muhtaç olmanın ilk derecesi budur. Bu aşamada yaratıklar O’nun Rab oluşuna, yaratmasına, ilâhî san’atına muhtaçtırlar. Bu bakımdan O’nun kölesi, O’nun malı ve mülküdürler. Mülk, saltanat, hâkimiyyet ve hamd yalnızca O Sübhân’a mahsustur.

Bu, Allah ve Resulü (s.a.v.)ne boyun eğme borcu olan, tam bir îman ile inanan her mü’minin bildiği bir şeydir. Sonradan var olmak, varlıkların bir varediciye muhtaç olduklarını gösterir. Var edilirken olduğu gibi, var edildikten sonra da ihtiyaç sahibi olmaları, yine O’na muhtaç olduklarının delilidir. Çünkü rızık ihtiyacı, rızıklanacak varlığın, rızıklandıracak varlığa muhtaç olduğunu ifade eder.

Doğrusu her şey Allah’a, dışardan gelen bir sebeble değil, bizatihi kendi varlıkları gereği muhtaçtırlar. Muhtaç olmak onların ayrılmaz özelliğidir. O’na muhtaç olmamalarının imkânı yoktur. Tıpkı müstağni ve ihtiyaçsız olma sıfatının, Rab Teâlâ’nın ayrılmaz bir sıfatı olduğu, müstağni olmamasının imkânsız bulunduğu gibi, Allah’ dışardan bir sebeb ve yakıştırmayla değil, bizatihi müstağnidir; muhtaç olmaktan münezzehtir. Eşyanın özelliği ise, yaratıcıya muhtaç olmasıdır. İster yok, isterse var olsunlar durum aynıdır. Yok iseler ve meselâ, «bu inmesi beklenen yağmurun yokluğundandır ve aslında yaratıcıya muhtaç olmak söz konusudur» denilse, o zaman bunun anlamı şudur: O olmayan şey, ancak yaratıcı sayesinde var olabilir. İslâm kelâmcılarının ve diğer âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Bu ihtiyaç akılla bilinen bir şeydir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen, yaratıkların teslîmiyyeti, secdesi, teşbihi ve divan durması ise halefin çoğunluğu ile selefin, yani, müslümanların büyük kesiminin kabul ettiği gibi buna (muhtaç oluşlarına) ilâve şeylerdir.

Bir grup, yaratıkların ihtiyacının, boyun eğmelerinin, yaratılmalarının ve ilâhî irâdeye tabî olmalarının, onların teşbihleri ve divan durmaları demek olduğunu savunur. Artık bu divan duruşları ister hal diliyle, isterse yaratıcıya tanıklık eden işaretler dolayısıyla olsun, aynıdır. Yere, ırmaklarını fışkırtanın, meyve ve bitkilerini çıkaranın kim olduğunu sorsan sana konuşarak değil, ibretle cevab verecektir. Gazali (Muhammed   b.   Muhammed   Huccetü’l-İslâm,   el-Gazâlî,   505 / 1111,   el-A’lâm VII/22.) gibi bilginler böyle düşünüyor. «Hepsi O’na divan dururlar» (2 Bakara 116)âyetinde İbnü ‘l-Enbârî’ nin zikrettiği görüşlerden birisi de budur. İbnü’l-Enbârî der ki: «Her yaratık O’na divan durur, yani Rabbinin kendisine yaptığına, hükümlerinin kendine uygulanmasına sevinir, bununla rahatlar. Bu ‘Rabbine muhtaç ve amade olduğunun delilidir».

Bu görüşü Zeccâc (ez-Zeccâc, İbrahim es-Sirrî b. Seni Ebû İshak, 311/923, dilci. el-A’lâm, 1/4 )«O’na yerdekiler ve gökdekiler teslim olmuştur» (3Âl-i İmrân  83) âyetinde zikreder. Zeccâc der ki: Hepsinin teslim olması, Allah’ın haklarında emrini uygulamasına, tasarrufta bulunmasına boyun eğmeleridir. Hiçbiri Allah’ın yarattığı fıtratın dışına çıkamaz, ondan kaçamaz. Bu mânâ doğrudur ve selefle halefin çoğunluğunun görüşüdür. Şöyle ki: Divan durmaları, teslimiyyetleri ve teşbihleri, muhtaç oluşlarına eklenen bir durumdur. Bu şunu söylemeye benzer: Gönülsüzün secdesi, baş eğmesi, muhtaç olması ve itaati, Allah’ın ona takdir ettiği afiyet, hastalık, zenginlik, fakirlik gibi şeyler nedeniyledir. Bir zâtın:

«Hiçbir şey yok ki O’na hamdederek teşbihte bulunmasın» (17 İsrâ 44), âyetindeki şu tefsirine de benzer bu. Der ki: Herbirinin teşbihi, yaratıcısına delil olmasıdır. Halbuki bu, başkası açısından teşbih olmayı gerektirir. Doğrusu, herbirinin kendine göre ayrı bir teşbihinin, ayrı bir secdesinin olmasıdır.(17 İsrâ 44’te, «Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamdederek teşbih ediyor olmasın. Ne var ki, siz onların  teşbihlerini kavrayamazsınız»   buyurulur.  Şimdi onların Allah’ın varlığına delil olmalarını, hepimiz kavradığımıza  göre,  onların teşbihlerinden maksat bu değildir. Gerçi hepsi Allah’ın varlığına bir delildir,  bir  âyettir,   ancak,   onlar   bizim   kavrayamadığımız   ve  her   biri   kendine göre bir teşbih ile Allah’a hamdederek teşbihte bulunurlar).

Varlığın ve aklın Allah’a delil oluşu:

 Amacımız, yaratıkların yaratıcıya muhtaç olmalarının, O’na delil ve tanık bulunmalarının Allah’ın verdiği fıtri bir şey olduğunu göstermektir. Aynı şekilde onları, kâinattaki bu deliller olmadan da kendi varlığını ikrar edecekleri bir fıtratta yaratmıştır. Nitekim bu konuda yer yer ayrıntılı bilgi verdik. Kâinattaki (kevnî) delillerin O’nun varlığına kanıt olması ile şumûlî ve temsilî kıyasın (Kıyas ve türleri hakkında daha geniş bilgi için bakınız;  Keşşaf Istılâhat el-Fünûn, 2/1343) delil olması arasındaki farkı açıkladık. Akla ve kanıta dayalı kıyas, ister mantık şekillerinde olduğu gibi şümul lafzıyla, isterse de temsil lafzıyla gelmiş olsun, aynıdır. Câmi’in, hükmün illeti demek olduğunu ve illet (sebeb)in bulunduğu yerde hükmün (sonuç) de bulunacağını açıkladık. Başka yerlerde bunu kıyasçıların metodları doğrultusunda geniş olarak anlattık.

Gerçek şudur: Sonradan var edileni bilmek, var edenin varlığını bilmeyi zorunlu kılar ki bu yaratılıştan gelen ve cüz’î muayyinâtta zarurî olan bir bilgidir. Bu bilgi külli kazıyyedekinden daha açık-seçiktir. Çünkü tümeller, ancak tikellerin varlık âleminde yerleşmesinden sonra akılda meydana gelirler. Kelâmcı ve felsefecilerin birçoğunun görüşlerinin esasını teşkil eden tümel önermelerin hepsi böyledir. Meselâ, bütün parçasından daha büyüktür; iki zıt bir araya gelmez ve ikisi birden ortadan kalkmaz, başka bir şeye eşit olan iki şey birbirine eşittir v.s. gibi. Doğrusu insan bir bütünü düşündüğünde, onun parçasından daha büyük olduğunu zaten bilir. İsterse o anda tümel önerme diye bir şey bilmesin. Meselâ insan, vücudunun organlarından büyük olduğunu, dirhemin daha küçük birimlerinden, şehrin mahallelerinden, dağın kayalarından büyük olduğunu bilir. İki zıt mes’elesi de böyledir ki onlar da varlıkla yokluktur. Çünkü kul herhangi bir şeyin varlığını ve yokluğunu düşündüğü zaman, aynı anda hem var, hem yok olamayacağını bilir. O bu hükme cüz’î belirlenmişlerle varır. İsterse tümel önerme o anda aklında olmasın. Benzeri şeyler de böyledir.

Tümel kıyasın yararı muayyen olmayıp mutlak bulunduğuna göre, asıl gerekli olan şey, yaratıcının âyetler yoluyla isbât edilmesidir. Nitekim Kur’an bunu getirmiş; Allah, kullarını bu fıtrat üzere yaratmıştır. Kıyas yolu her ne kadar doğru ise de yararı tam değildir. Eğer Kur’an, ilâhiyyattan söz eden âyetlerde kıyasa başvurduysa, ortaklığa delâlet eden kıyas yerine evlâ kıyası kullanmıştır. Doğrusu kemal ile uzaktan yakından ilgisi olmayan ve herhangi bir yaratığın kendinden uzak tutulması gereken ayıp ve noksanlıklardan tenzih edilmeye, yüce yaratıcı daha lâyıktır. Elbette ki, Yaratıcı, dirilik, ilim, kudret gibi, kendilerinde noksanlık olmayan ve yaratıklara verilen bu sıfatlara, yarattıklarından daha lâyıktır. O halde yaratıkların hepsi yaratıcıya işarettir. O’na delildir. Âyetle kıyas arasında bir fark var. Şöyle ki; âyet, gösterdiği ve işareti olduğu şeyin bizzat kendine delâlet eder. O halde her yaratık delildir ve yaratıcının bizzat kendisine işaret olma durumundadır. Nitekim bunu, yeri geldikçe uzun uzun anlattık.

Üstelik insan fıtratı yaratıcısını, bu âyetler olmadan da tanır, kabul eder. Çünkü o, bu özellikte yaratılmıştır. Eğer bu âyetler olmadan yaratıcısını tanıyamaz bir nitelikte olsaydı, onların yaratıcıya işaret eden âyetler olduğunu da bilemezdi. Çünkü onların yaratıcıyı gösteren birer âyet ve işaret olması, ismin ismi taşıyan varlığı (müsemmâ) göstermesi gibidir. İşaretten önce bu işaretin gösterdiği varlığın (müsemmânın) zihinde belirlenmiş, algılanmış ve ismin ona ait olduğunun bilinmiş olması gerekir. (Temel yapmada kullandığımız sert cisim müsemmâ, ismi İse taştır. Biz taş isminin bu cisme ait olduğunu bilir ve taş denince T-A-Ş harflerini değil, cismi düşünürüz)

Aynı şekilde bir şeyin başka bir şeye işaret etmesi, işaret edilen şeyin zihinde tasavvur edilmesini ve bu delilin ondan ayrılmaz olmasının bilinmesini gerektirir. Demek ki delilin, delâlet ettiği şeyden ayrılmaz olduğunu bilmek kaçınılmaz bir şeydir. Eğer delil getirilmiş şey zihinde belirlenmemişse ve akılda mevcûd değilse onun delil getirildiği şeye işaret ettiği bilinemez. Nitekim «tamlama»yı bilmek için, «tamlayan» ve «tamlanan»ı bilmek gerekiyor. Fakat insan bazan tamlamayı ve onun bir delil olduğunu (tamlayan ve tamlananı ifade ettiğini) bilmeyebilir. Eğer tamlamayı öğrenirse, o zaman tamlayan ve tamlana’nın ne demek olduğunu bilir ve bunların birbirinden ayrılmaz olduklarını anlar. ( Konuyu daha iyi anlamak için şöyle bir konuşma yapalım. — Körpenek nedir? —…? — Görüldüğü gibi kelime bize birşey anlatmamaktadır. Bu bir şeyin ismi olsaydı ve biz o şeyi daha Önce görmüş, tanımış olsaydık, körpenek o şeye delâlet edebilir, onun delili olabilirdi.

Şimdi başka bir soru soralım. — Temel yapmak için kullanılan, çekiçle kırılan sert… — Taş! — Sözümü kestiniz, niçin? Zihninizde taş sureti, taş kavramı olduğu için. Ve bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Taş deyince o cisim akla gelir, aklınızdaki o cismi anlatmak için de taş dersiniz. Aynı şekilde insanda yaratıcı fikri olmadan – ki vardır – yaratıkların O’na delil olması mümkün değildir. Allah, fıtratlara bu inancı vermiş, onun sapmaması, yanlışa gitmemesi için de peygamberler göndermiştir. (Çeviren) )

İnsanlar da bu yaratıkların, yaratıcıya delil ve âyet olduklarını biliyorlar. O halde yaratıcıyı da biliyor olmalılar. Değilse yaratıkların yaratıcıya delil olduklarını nereden bilecekler?

Şunu demek istiyorum: Aklî ve fıtrî olan bu şekiller, bu yollar Kur’ân’ın dışına çıkmadığı, aklın ve şeriatın üzerinde birleştiği, düşüncenin ve naklin ayrılmadığı şeylerdir.

Filozofların  Allah anlayışı:

 İbn Sînâ ve Râzî gibi filozoflarla onların görüşünü benimseyenler, Allah’ı isbâtın, mümkinâtı (zorunsuzları) O’na delil getirmek suretiyle olduğunu ve her mümkin (zorunsuz, var olması da, yok olması da muhtemel olan) bir vacibi (varlığı zorunlu olan bir yaratıcısı) bulunduğunu söylerler. Derler ki: Varlık ya vâcib (ezeli, ebedî, kendi kendiyle var olan, varlığı kendi zâtının gereği olup başkasına muhtaç olmayan ve varlığı zorunlu olan) veya mümkin (yani zorunlu varlığın söylediğimiz sıfatlarını taşımayan varlık) diye ikiye ayrılır. Her zorunsuzun mutlaka zorunlu bir var edicisinin olması kaçınılmazdır. Böylece her iki halde de zorunlu varlık mevcut olacaktır. (Yani zorunsuz varlık varsa -ki var, o da kâinattır -zorunlu varlık olan Allah da vardır. Eğer kâinatın varlığı zorunsuz değil diyecek olursak, o zaman zorunlu olduğunu söylemiş oluruz. Bu hale göre de zorunlu varlık yine vardır.) Bu sözleri İbn Sînâ ortaya koydu. Onları, kelâmcıların ve kendinden öncekilerin sözlerinden yararlanarak buldu. Şöyle: Kelâmcılar varlığı kadîm (ezelî) ve hadis (sonradan olma) diye ikiye ayırırlar. İbn Sînâ buradan yola çıkarak varlığı vâcib (zorunlu) ve mümkin (zorunsuz) diye ikiye ayırdı. Çünkü ona göre felek sonradan olma değil, mümkündür. Böyle bir taksimi ondan önce yapan olmadı. Büyük filozoflar onun bu görüşünün yanlış olduğunu, gerek kendisinden öncekilere, gerekse hemen hemen bütün akılcılara ve diğerlerine muhalefet ettiğini itiraf etmişlerdir. Yer yer açıkladık kî, ezelî ve zorunlu varlık olmak birbirinden farklı şeyler değildir. (Yani bir şey ezelî İse zorunludur, zorunlu ise ezelidir) Bunu bütün akıl sahipleri bilir. Aralarında bunun tersini savunan hiçbir akıllı çıkmamıştır. Tabiî şu İbn Sînâ ve onu izleyenler hariç. Evet biz varlığı sonradan olurken veya daha önce yok olduğu halde varlık alanına çıkarken görüyor, varken yok olduğuna tanık oluyoruz. Yok olan veya yok olacak olan varlık ne Vâcibü’l-Vücûd (varlığı zorunlu) olabilir ne de ezeli. (Varlığı mümkin ve vâcib şeklinde ikiye ayırmak Fârâbî’de (Ö. 339/ 950) de vardır. Bunu ilk olarak İbn Sina’nın (Ö: 428/1037) ortaya atması söz konusu değildir. Feleği ve varlıkları zorunsuz varlık kabul etme. Yunan felsefesinin temel görüşü olan maddenin ezeli oluşuyla, İslâm i’tikâdının temel inancı olan Allah’ın yaratmasını uzlaştırma gayretinden başka bir şey değildir. İslâm’da Allah, bütün varlıkları ve feleği yok iken yaratmıştır. Felsefecilere göre ise bunlar Allah’tan sudur, feyz yoluyla meydana gelmişlerdir (Danışman).)

Sonra sözgelimi, onların zorunlu olan varlığı (Allah’ı) isbât ettiklerini düşünsek bile, kullandıkları deliller, Allah’ın göklerden ve feleklerden ayrı bir varlık olduğunu kanıtlayacak özelliğe sahip değildir. Onların bu dikkatsizlik ve tutarsızlıklarını Gazâlî gibi düşünürler ortaya koymuştur. Ne var ki bütün dayanakları «madde zorunlu varlık olamaz, çünkü parçalardan meydana gelmiştir, mürekkeptir, zorunlu varlık ise mürekkep olmaz» demekten ibarettir.

Bu iddianın birçok yönlerden geçersiz olduğunu açıkladık. Kelamcılar da bu görüşün yanlış olduğunu kendilerine göre hep açıklayagelmişlerdir. Gazali de aynı işi kendi açısından yapmış bulunuyor (Zâtı ve sıfatları olan bir varlığın, zâtını ve sıfatlarını ayrı düşünüp, o zât ve sıfattan meydana gelmiştir, mürekkebtir, demek yanlıştır. O zaman Allah’ı da böyle düşünür, hâşâ mürekkebtir deyiveririz. Çünkü zât varsa, sıfat da vardır. Sıfat varsa, zât da vardır. Bir şeyin zâtı ve sıfatı var diye onu mürekkeb saymak, sonra da kalkıp ona zorunsuz (var olabilir de, olmayabilir de) demek yanlış bir düşüncedir.).

Çünkü «zorunlu» sözü çeşitli anlamlara gelebilen ortak bir sözcük durumuna girdi. Kendiliğinden var olup, yokluğu kabul etmeyen varlık için kullanılıyor. Bu durumda zâtı da zorunlu olur, sıfatları da. Bizzat kendiyle var olan, kendi zâtıyla varlığını sürdüren şeye de ««zorunlu» deniyor. O zaman zâtı zorunlu, sıfatları zorunsuz oluyor. Zorunsuz varlıkların, yani sonradan yaratılmış varlıkların var edicisi için de kullanılıyor. Onları var eden yaratıcıdır. Bunun için de zorunlu varlık, yaratmak sıfatlarını taşıyan bir zat oluyor, sıfatlardan soyutlanmış zât yaratmadığı gibi, zât’tan soyutlanmış sıfatlar da yaratmaz. İşte bu sebeble onların peşinden giden hakikatçilik ve irfan iddiacıları gide gide zorunlu varlık ile (Allah’ı değil) mutlak varlığı kasdetme durumuna düştüler. Nitekim bunu da yeri geldikçe geniş olarak açıkladık.

O halde, önce şundan söz etmeliyiz: Kulun mutluluğu Rabbine muhtaç olmasında, O’na karşı yoksul düşmesindedir. Yani bunu âdeta gözleriyle görecek, bilecek, gereğince bir tavır takınacak, O’na muhtaç, O’na amade olacak, boyun bükecek, O’nun karşısında ezilecek. Yaratıkların hepsi O’na muhtaç. Fakat birileri kendinde bir şeyler görerek, kendini müstağni sanıp da taşkınlık edebilir.

Nitekim Allah buyurur ki:

«Hayır, insan kendini müstağni (Allah’a muhtaç değil) saydığı için azar, taşkınlık eder» (96 Alak 6,7)

«insana nimet verdiğimiz zaman yan çizer, alır basım gider. Kötülük gelip çattığı zaman da artık enine boyuna dua eder»(41 Fussilet 51).

Bir âyettede:  «Ümitsiz düşer»(17 İsra 83),  buyuruluyor.

İnsanî ilişkilerdeki mutluluk:

  Yaratılmışlarla olan ilişkilerde mutluluğun yolu şudur:

Onlarla ilişkilerin Allah için olacak. O konularda Allah’tan başka kimseye umut bağlamayacaksın ve yalnızca Allah’tan korkacaksın, Allah konusunda onlardan değil. Karşılığını onlardan bekleyerek değil, Allah’ın sevabını umarak iyilikte bulunacaksın. Onlardan çekindiğin  için değil, Allah’tan korktuğun için haksız davranıştan el çekeceksin. Nitekim eserde şöyle gelmiştir:

«İnsanlar hakkında Allah’tan ümit et, Allah hakkında insanlardan ümit etme. İnsanlar hakkında Allah’tan kork, Allah hakkında insanlardan korkma». Yani hiçbir ibadeti, kulluk ve tâati onlar için yapma. Beni överler umuduna ve yererler korkusuna kapılma. Allah’a bel bağla, O’ndan umudunu kesme. Allah uğrunda yaptığın veya o uğurda yapamadığın şeylerde de yaratıklardan korkmadan, emrolunduğun şeyi yap; onlar hoşlanmasalar yine yap. Yine hadîste şöyle gelmiştir:

«Allah’ın hışmına rağmen, O’nun razı olmayacağını bildiğin halde insanları hoşnûd etmen, O’nun sana takdir etmediği şeylerden dolayı onları kınaman yakın (iman)’ının zayıflığındandır.» Çünkü yakîn’in içine, Allah’ın emrini yerine getirme çabası ile O’na itaati edenlere va’dettiği şeylere îman da girer. Allah’ın kaderine, yaratmasına, tasarrufuna ve idaresine inanmak da yakîn’in içindedir. O halde sen insanları, Allah’ın gazabına uğrayacağını bile bile razı etmeye çalışırsan yakîn’in yok demektir; O’nun va’dine, O’nun rızık vereceğine îmânın zayıftır. İnsan böyle birşeyi yaparsa, ya onların ellerindeki dünyalıklara tamahından dolayı haklarında Allah’ın emrini tatbik etmiyor, onlara bel bağlamış bulunuyordur veya Allah’ın, kendisine itaat edenlere dünyada ve âhirette va’dettiği zafer, destek ve sevap gibi şeylere inancı zayıftır.

Düşün ki Allah’ı razı edersen sana yardım edecek, seni rızıklandıracak; seni onların bir dilim ekmeğine bile muhtaç etmeyecektir. Öyleyse O’nun gazabına rağmen insanları razı etmek, artık ya onlardan korkulduğu veya onlara bel bağlandığı içindir. Bu da îmanın, yakin’in  zayıf oluşundandır.( Yakîn, kesin bilgi demektir. İnsan  bir  şeyi  bilir, kabul  eder ve içinde yaşarsa bu imandır. Yaşaya yaşaya bu bilgi kesinleşir, yakın haline gelir.Ayağı bir çukura girmiş kimselerin, yavaş yavaş ibadete başlamalarının ve giderek bunu artırmalarının sebebi, içlerindeki silik bilginin iman, sonra yakînî iman mertebesine doğru ilerlemesinden kaynaklanıyor.)

Eğer kendinle ilgili olarak onlardan umduğun şey gerçekleşmemişse, artık iş onlara değil, Allah’a kalmıştır. Öyle ya, O’nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Artık sana takdir olunmamış bir şey için onları yerersen bu îmanının zayıflığındandır. O halde ne onlardan kork, ne onlara ümit besle, nefsine ve arzularına uyup onları  kötüleme. Fakat şunu da unutma ki, Allah ve Resulünün övdükleri gerçekten övülmeye, yerdikleri de gerçekten yerilmeye lâyıktır.

Temim oğulları hey’etiyle gelen biri Resülüllah (s.a.v.)’e:

«Ey Muhammed, bana ver çünkü benim övgüm şeref, yermem utanç ve lekedir» dedi. Resülüllah (s.a.v.), «böyle olan Allah (c.c.)’dır»,  buyurdular» (Tirmizî,   Tefsir,  49/2,).

Âişe (r. anhâ), Muâviye (r.a.) ‘a aşağıdakileri yazdı. Muaviye Âişe (r. anhâ)’nın bu hadîsi Resülüllah (s.a.v.)’den merfu  olarak rivayet ettiği söylenir:( Özellikle Hz. Peygamber’e isnad edilen söz,  fiil  ve  takrirlerden  – ister munkatı’ isnadla rivayet edilmiş  olsun,  ister muttasıl  isnadla rivayet  edilmiş olsun bütün  hadîslere  merfû’   denir.   (Prof.  Dr. Talât  Kocyiğit,   Hadîs   istilahları s /217.)

«Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı razı ederse, Allah o kimseyi insanların bir dilim ekmeğine (azığına) muhtaç etmez. Kim, Allah’ın gazabına rağmen insanları razı ederse, artık onu Allah’tan hiçbir şekilde kurtaramazlar» (Tirmizî, Zühd 64).

Merfü hadîsin metni bu. Biride mevkuf  olarak gelen bir hadîs var.( Mefkûf hadîs,  sahabeden,   isnadı  ister  muttasır,   ister munkatı’  olsun söz fiil veya takrir olarak rivayet edilen haberdir   (Prof. Dr.  Talât Kocyiğit,Hadîs Istılahları s/224).) Şöyle ki:

«İnsanların öfkelenmesi pahasına da olsa kim Allah’ı razı ederse, Allah da ondan razı olur, insanları da ondan razı eder. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları hoşnud ederse, Allah dün onu beğenenleri de, övenleri de yericisi haline getirir» (Tirmizî,  Zühd  64).

İşte Âişe (r. anhâ)’dan gelen (ona izafe edilen) söz budur. O’nun (r. anhâ) sözü ise ne büyük bir kavrayış, ne büyük bir anlayıştır. Birinci rivayet ise merfû (doğrudan Resülüllah (s.a.v.)’ın sözü) olduğu için daha kuvvetlidir. Evet, kim insanların kızması pahasına Allah’ı razı ediyorsa, O’ndan korunuyor, takvâlı davranıyordur. O’nun salih bir kulu olmuştur. Allah, salih kullarını dost edinir, onlara hep yardım eder. Kuluna yeterli olandır O.

«Kim Allah’tan ittikâ ederse, Allah ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır» (65 Talâk 2)

Demek ki, Allah, kulunu insanların bir lokma ekmeğine muhtaç etmiyor. İnsanların hepsinin böyle bir kuldan razı olması her zaman gerçekleşmez. Nefsanî arzularından kurtulanlardan, hakikati anlayanlardan hoşnud olurlar. Kim Allah’ın gazabına karşılık insanları hoş tutmaya kalkarsa, Allah’tan onun hiçbir şeyini hiçbir şekilde kurtaramazlar. Tıpkı ölüm ânı gelip çatmış olan bir zâlim kişinin, parmağını ısırarak şöyle demesi gibi:

«Ah! Keşke ben peygamberle birlik olup da bir yola gitseydim. Ah, keşke falanı dost edinmeseydim» ( 25 Furkân 27, 28)

Dün birisini övenin dönüp yermeye başlaması ise sık sık meydana gelen bir şeydir ve sonuç da böyle oluyor. Çünkü galibiyet takvanındır. En sonunda takva üstün gelir. Başlangıçta istekler, nefsânî arzular ağır bastığı için önce överler, sonra takva galebe çalar ve kötülemeye başlarlar. En iyisini Allah bilir.

Tevhid, şirkin karşıtıdır. Kul, Allah’ın hakkı olan tevhidi yerine getirip, O’na hiç şirk koşmadan kulluk ederse muvahhid (Birleyici) olur. Allah’ı birlemenin ve O’na ibadetin içine, O’na tevekkül etmek, O’na ümit beslemek ve O’ndan korkmak da girer. Kul şirkten böylece kurtulabilir. İnsanlara haklarını vermek, onlara düşmanlık etmemek suretiyle haksızlık ve zulmetmekten korunmuş, insanlar sebebiyle şirke düşmekten kurtulmuş olur. Rabbine itaat ederek, O’na isyan etmekten kaçınarak kendine zulmetmemiş, yazık etmekten kurtulmuş olur.   Cenâb-ı Hak, bir Hadîs-i Kudsî’de şöyle buyurur:

«Namazı kendimle kulum arasında ikiye böldüm» (Müslim,  Salât  38, 40;   Ebû  Davûd,   Salât   132;   Tirmizî.Tefsir  1/1; Nesei, iftitâh 23; İbn Mâce, Edeb 52; Ahmed bin Hanbel 2/241, 285,  460). Her iki yarının faydası da aslında kul için olmaktadır. Nitekim Taberâni’nin dua kitabında rivayet ettiği hadîste şöyle buyurulur:

«Ey kullarım, o dört bölümdür.Biri benim içindir, biri senin için, biri benimle senin aranda, biri de seninle yaratıklarım arasında. Benim hakkım, bana kulluk edip hiçbir şekilde şirk koşmamandır. Senin hakkın amellerine en muhtaç olduğun karşılığı vermemdir. Aramızdaki karşılıklı haklar ise senin dua, benim kabul etmemdir. Yaratıklarımla arandaki hak da şu: Onlara, sana yapmalarını sevdiğin (kendin için istediğin) şeyleri yap.»

Allah iki yarıyı da sever. Kendine kulluk yapılmasını sever. Allah’ın kuluna yaptığı yardım, verdiği hidayet v,s. O’nun lütuf ve ihsanındandır. Bunlar, kişiyi istenen amaca eriştirecek vesilelerdir. Allah, ibadetinin, kulluğunun yolu hidayetinden geçtiği, yardımıyla olduğu için hidayet ve yardımı sever. Kul önce, ihtiyaç duyduğu şeyi ister. İbadet ve kulluk için O’nun yardımına, dosdoğru yola iletmesine (hidâyetine) muhtaçtır. İbadete ancak böyle ulaşılabilir. Onun için Rabbinin murad ettiğine, istediği amaca ulaştırsın diye, önce ihtiyacı olan şeyi ister. Kurtuluşu ve mutluluğu bundandır.

«Amellerine en muhtaç olduğun karşılığı vermemdir» (Taberâni’nin dua kitabında rivayet ettiği mezkûr hadîsten), buyruğu da böyle. Doğrusu O, kulun amelinin karşılığı olan sevabı sever. Kul ise sadece kendi nefsine fayda verecek ameller yapar.

«Nefsin kazandığı iyilik kendi lehine, kötülük de kendi zararınadır» (2 Bakara 286). İbadet etmeyi istediği, kulluk edebilmek için yakardığı zaman, bunu, kendisine faydası dokunduğu, mutluluğunu sağlayıp Rabbinin azabından koruduğu için ister. Kul kendine yarar sağlamayan bir şeyi asla istemez. Rab Teâlâ bunu, kuluna uygun ve zâtına lâyık olduğu için sever ve diler. Artık kim Allah’a şirk koşmadan kulluk ederse Allah ondan hoşnut olur ve mükâfatlandırır. Kula, Rabbinin muradına uyarak, sevdiği nimetler gelir. Satıcı ve müşteri gibi. Satıcının müşteriden, istediği paradır. Bunun gereği malı teslim isteğidir. Müşteri de malı ister. Bunun gereği ise parayı ödeme iradesidir (Allah kulluk istiyor. Çünkü cennetini kullarına satmayı murâd etmiştir. Kul cenneti ister. O halde sâlih amellerin isteklisi olmalıdır. 9 Tevbe 111 de, «Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığı cennet olmak üzere satın almıştır,» buyurulur).

Rab Teâlâ sevilmeyi sever. Bu sevginin ayrılmaz bir unsuru, ibadetin vasıtalarını da sevmesidir. Kul muhtaç olduğu ve yararlandığı şeyleri sever. Bunun ayrılmaz bir parçası da Allah’a ibâdeti sevmesidir. Artık kim Allah’ı sever ve insanlara iyilikte bulunursa Allah’ın ve kullarının haklarını, dini Allah’a hâlis kılarak yerine getirmiş olur. İnsanlardan övülmek, dualarını almak v.s. gibi bir karşılık bekleyen kimse, onlara Allah için iyilik etmemiştir. Onlar hakkında Allah’tan korkan, Allah hakkında onlardan korkmayan, yaratıklara da, kendine de iyilik etmiştir. Çünkü Allah korkusu, onlara haklarını vermesine, haksızlık etmekten çekinmesine neden olur. Onlardan korkup Allah’tan korkmazsa kendine de, onlara da yazık edecektir. Çünkü Allah’tan başkasından korkmuş, O’ndan başkasına ümit bağlamıştır. Eğer Allah’tan değil de onlardan korkarsa, onların şerrini uzaklaştırmak için her yola başvuracak, ya yaltaklanacak veya iki yüzlülük edecek, yahut da onların kötülüğüne fazlasıyla veya aynısıyla karşılık verecektir. Onlara ümit beslediği zaman da, onlara Allah’ın hakkını uygulamayacaktır. Allah’tan korkmadığı zaman, onlara haksızlık yapmayı tercih edecektir. Şüphesiz nefs, zulmetmeyene bile zulmetmeye eğilimlidir. Artık zulmedene niçin zulmetmesin? Böylelerinin insanlardan çok korktuklarını; güçlüyken çok zâlim, yenikken basit ve aşağılık olduklarını görürsün. İnsanlardan, hallerine göre az veya çok korkarlar. İşte fitne nedenlerinden biri de budur.

Aynı şekilde onlardan umduğu zaman da ona umduğunu vermezler. Allah korkusu yoksa bu durumda onlara kin duyacak, haksızlık edecektir. İnsanların çoğunda bu durum vardır. Onları birbirinden korkan ve birbirinden bir şeyler uman kimseler olarak bulursun. Her biri diğerinden haksızlık görür ve haksızlık etmeye çalışır. Birbirlerine karşı haksız ve zâlimdirler. Allah’tan başkasına ümit besledikleri, onlardan korku duydukları için Allah’ın hakkına karşı zulmettikleri gibi, kendilerine karşı da zâlimdirler. Bu durum sebebiyle veya bu hal üzere kul azab görür. Çünkü bu hal günahtır. İnsana şirk, zina gibi belli suçları işletir. İnsan Allah’tan korkmayınca arzularına ve nefsine, hele hele elde edemediklerini isteme durumunda olduğu zaman daha çok uyar. Çünkü nefis hep, kendince huzur bulacağı, gamım, kederini defedeceği şeylere karşı – şayet kendinde Allah’ın zikriyle ve ibadetiyle huzur bulma hali yoksa -istekli olacaktır. Böylece haram olan aşağılık işlere; içki içmeye, iftira etmeye eğilim duyar. Hovardalıklarını, oyun ve eğlencelerini, kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasını v.s. anlatmaktan zevk alır. Halbuki kalb ancak Allah’a ibadet etmekle muradına erebilir.

Kalblerin  kurtuluşu:

  İnsan kendisine fayda verecek şeyleri elde etmek, zarar verecek şeyleri uzaklaştırmak gereği duyan bir varlık olarak yaratılmıştır. Ne var ki. insan sürekli istemektedir. Hiç şüphesiz bu isteklerdeki amaç nefsin sükûn ve huzur bulmasıdır. Ancak insan buna yalnız Allah’da kavuşur. Kalbler ancak O’nunla huzur bulur. Nefisler ancak O’na yönelmekle sükûnete erebilir.

    «Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı fesat alır yürürdü»(21 Enbiyâ 22). Allah’tan başka hangi varlık ilâh edinilirse edinilsin, ortaya fesat ve düzensizlik çıkar. Kalblerin kurtuluşu ve huzuru ancak, hiçbir ortağı olmayan yüce Allah’a ibâdetle sağlanabilir.

Eğer kalbler, dini yalnızca Allah’a ait kılmaz ve ihlâslı olmazlarsa, çoğu insanın yaptığı gibi, kendileri için seçtikleri diğer ilâhlara tapınır, böylece de Allah’tan başkasına ibadet ederek ve başkasından yardım isteyerek şirk koşmuş olurlar. Yaratıcılarına kulluk ederek, O’nun yardımına sığınarak kavuşacakları mutluluğu bilmediklerinden başkasına ibadet eder, yardım isteğinde bulunurlar. Kalbler, ancak O’na kulluk etmeleri sayesinde başka bir mabuda ihtiyaç duymaz. Yalnızca O’ndan yardım isteyerek de, başkalarına boyun eğme zilletinden kurtulurlar. Eğer kul bu halde değilse, zavallı bir günahkârdır. Bu halden ancak Rabbine tâatte bulunarak kurtulabilir. İşte insanın hali budur. Muhtaç ve yoksundur, ama yine de yazık edip durmadan hatâ işler. Bu yüzden her zaman için Rabbine muhtaç olmaktan kaçınamaz. Bol bol bağışlarını serecek olan O’dur. Kulun da istiğfar etmesi lâzım. Allah şöyle buyurur:

«Bil ki, Allah’tan başka hiçbir ilâh yok, günâhına istiğfar et» (47 Muhammed 19).

Kul ancak tevhîd ile kuvvet kazanır, ihtiyaçtan kurtulabilir. Kim insanlar içinde güçlü olmaktan sevinç duyarsa hemen Allah’a tevekkül etsin. Allah, ancak günahlarına tevbe eden kulunun günâhını bağışlar.

«Onlar istiğfar ettikçe Allah onlara azâb edecek değildir» (8 Enfâl 33).

Kul ihtiyaç ve sıkıntısını ancak tevhîd ile giderebilir. Bundan asla kaçınılamaz. Kul tevhidi sağlamadıkça, elde edemediği matlûbu peşinde dâima muhtaç, dâima yoksun ve dâima azab içinde bulunur.

«Kendine şirk koşulmasını affetmez, bağışlamaz»(4 Nisa 48).

Tevhidin arkasından istiğfarda bulunursa, müstağniliğe ve mutluluğa ulaşır, böylece kendine azab veren şey ortadan kalkar. La havle ve la kuvvete illâ billâh (çâre ve güç ancak Allah iledir.)

Sadece Allah’tan korkmak:

  Kul, Allah’a ibadet etme ihtiyacı içinde olduğu gibi, dâima O’na tevekkül edip dayanmak, O’ndan yardım istemek ihtiyacı içindedir de. O’na muhtaç olduğuna, O’nun kendisine mâbûd olmasına, yardım etmesine ihtiyacı bulunduğunu itiraf etmekten kaçınamaz. Çare ve güç ancak Allah’tandır. O’ndan, yine ancak O’na iltica edilir. Başka kapı yoktur. Allah buyurur ki:

«Ancak şu şeytan dostlarını korkulu gösteriyor» (3 Âl-i İmrân  175). Yani sizi kendi dostlarıyla korkutuyor. İbn Abbas ve diğerleri, Ferrâ’ (el-Ferrâ’, Yahya b. Ziyâd, 207/822, büyük dilbilimci, Küfe nahiv ekolünün İmâmı  (el-A’lâm VIII/145)) vesair dilciler dahil, çoğunluğun kabul ettiği tefsir budur. İbnü’l -Enbârî -ki biz bunu tercih ediyoruz – şöyle der: Size dostlarını korkulu gösteriyor. Nitekim araplar malları verdim, derler. Bu, mallarını millete verdim, demektir. Yani birinci mef’ûlü (tümleci) bazan atarlar.

Ben diyorum ki, âyette birinci mef’ûl (yani, «size») atılmıştır. Çünkü şeytan insanlara dostlarını, herhangi bir istisna, kayıt ve şart olmaksızın korkulu gösterir. Bazı insanları diğer bazılarıyla korkutmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Birinci mef’ûl maksûd olmadığı için atılmıştır ( Kur’an’da   bunun   benzeri   çoktur.   Meselâ  39 Zümer   9   «Hiç   bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?»  âyetinde de mef’ûl  (tümleç)   yoktur.  Yani  bilenin neyi  bildiği,   bilmeyenin   neyi   bilmediğinden   söz   edilmemiştir.   Zaten   istenen de bu değildir. Bir şeyi bilen değil, hiçbir belirleme olmadan mutlak olarak bilen, bilmeyen gibi değildir. Yukarda da, şeytan şu şu kişilere korkulu gösterir değil, herkese korkulu gösterir anlamı  var.  Zaten  şeytanın  işi  budur.  Allahü âlem.).

Bazı müfessirler «münafık dostlarını korkutur» demişlerse de birinci açıklama daha kuvvetlidir. Çünkü âyet, onları kâfirlerden dolayı korkutması sebebiyle inmiştir. Âyet, sadece mü’minleri, insanlardan korkmaya itenler hakkında nazil olmuştur. Nitekim Allah: «Dostlarını korkulu gösterir, onlardan korkmayınız» buyuruyor. «Onlar» zamiri (kelimesi) «şeytanın dostları» yerini tutuyor. Onlar ise, bu âyetten iki âyet önce (3 Âl-i İmrân 173’te) geçen, şeytanın dostları olan ve haklarında yine insanların ağzından «Onlardan çekinin» Duyurulanlardır. İkinci görüşte olanlar, âyeti anlam yönünden tefsir eder, «şeytan dostlarını korkutur» derler. Çünkü şeytan, onlara musallat olur, dâima korkulu hallere düşürür. İsterse onlar alabildiğine çok olsunlar. Mü’minler ise Allah’a tevekkül eder, O’na dayanırlar. Şeytan onlara kâfirleri korkulu gösteremez. Veya birinci mef’ûlü kasdetmiş de olabilirler. O zaman anlam, «şeytan münafıklara dostlarını korkulu gösterir, münafıkları korkuttuğu gibi kâfirleri de korkutur» olur. Eğer «dostlarını korkutur», anlamı amaçlansa «onlardan korkmayınız» buyruğundaki ‘onlar’ zamirinin yerini tutacak bir kelime kalmıyor.

Her ne kadar şeytan, dostlarına vaadlerde bulunur, onları kuruntulara boğarsa da Allah kâfirlerin kalbine mü’minlere karşı bir yılgınlık verir. Şeytan bu yola gitmez. Allah şöyle buyurur:

«Siz onların kalblerinde Allah’tan daha korkutucusunuz»(59 Haşr  13), ve

«Kâfirlerin kalblerine yılgınlık atacağım»(8 Enfâl  12).

Şu var ki, selef içinde bu görüşe sahip olanlar, şeytanın müslüman görünenleri korkuttuğunu kasdediyorlar. Böyle olanlar düşmanla dostluk kurar ve bu yüzden münafık olurlar. Şeytanın marifetiyle kâfirlerden sadece münafık olanlar korkarlar. Nitekim Allah:

«Fakat onlar ödleri kopan bir topluluktur» (9Tevbe  56), ve

«Derken o korku hali gelince gördün onları, üstüne ölüm baygınlığı çökmüş kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlardı»(33 Ahzâb 19) buyuruyor.

Her iki görüş de onların yönünden doğrudur. Fakat cümlenin gelişinden şeytanın dostları sözüyle, şeytanın korkuttukları değil, korkutucu hale getirdikleri anlaşılıyor. Tabiî şeytan onları korkulu gösterdiği zaman onlardan, şeytanın bunlar vasıtasıyla korkuttuğu kimseler korkacaktır.

Artık âyet gösteriyor ki, şeytan dostlarını korkutucu, insanları da onlardan korkanlar haline getiriyor.

Âyet mü’minin, ne şeytanın dostlarından ne de öbür insanlardan korkmasının doğru olmadığını ifade ediyor.

Nitekim şöyle buyurulur:

«İnsanlardan korkmayın, Benden korkun»(5 Mâide 44) O halde Allah’dan korkmak emrolunmuş, şeytanın dostlarından korkmak yasaklanmıştır. Yine şöyle buyurur:

«İnsanların size karşı tutamakları olmasın diye… Ancak insanların zâlimlerinden korkmayın, benden korkun» (2 Bakara 150).

Burada Allah, zâlim karşısında ezilmeyi yasaklıyor ve ancak zâtına karşı ezik olmayı emrediyor. Yine şöyle buyurur:

«Allah’ın gönderdiklerini duyururlar, O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka kimseden korkmazlardı» (3 Ahzâb 39).

«Artık yalnızca benden korkun» (2 Bakara 40).

Allah’dan korkmayandan  korkulmaz:

Bazı insanlar, «yârabbî! Senden ve Senden korkmayanlardan korkarım» derler. Bu söz, doğru olmayan, boş bir sözdür. Aksine kula, yalnızca Allah’tan korkmak, O’ndan başka kimseden korkmamak gerekir. Çünkü Allah’tan korkmayanlar, kendilerinden korkulmaktan çok çok uzaktırlar ve buna değmezler. Onlar zâlimlerdir ve şeytanın dostlarıdır. Şeytanın dostlarından korkmak ise yasaklanmıştır. Ama «bana eziyyet edebilirler» denirse, bu ancak Allah’ın musallat etmesiyle olabilir deriz. Allah onların vereceği zararı senden uzaklaştırmak isterse uzaklaştırır, iş O’nun isteğine kalmıştır. Kuluna günahları sebebiyle bazı korkuları musallat eder. Sen Allah’tan korkar, sakınır, O’na dayanır ve tevekkül edersen, seni zararın her türünden korur, onları üzerine musallat etmez.

Çünkü:

     «Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter» (65 Talâk 3)   buyuruyor. Eğer musallat etmişse bu senin günahların sebebiyle ve o şeyden korktuğun içindir. Allah’tan korkar, günahlarından tevbe eder, O’na istiğfar edersen, sana onları musallat etmez. Nitekim:

«Onlar istiğfar ettikçe Allah onlara azab edecek değildir» (8 Enfâl 33) buyurur.

Eserlerde (haberlerde)  şu var:

«Allah der ki: “Ben Allah’ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Hükümdarların mâliki, kalblerinin hâkimi benim. Onları perçemlerinden ben tutacağım. O halde kim bana itaat ederse, hükümdarların kalbini ona karşı merhametli kılarım. Kim bana isyan ederse, ona hükümdarları musallat ederim. Hükümdarlara takılıp kalmayın. Fakat bana tevbe ve itaat edin ki, onları size karşı şefkatli yapayım.»

Peygamberler ve  Rabbaniler:

Uhud günü Allah, sahabe (r. anhüm)’e düşmanı musallat edince :

    «Böyle iken size, hasımlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet isabet ediverince bu da nerden çıktı mı diyorsunuz? De ki, kendi tarafınızdan» (3 ÂI-İ îmrân  165) ve :

«Nice peygamber var ki, beraberlerinde birçok rabbaniler savaş yaptılar da başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler, boyun eğmediler»  (3 Âl-i İmran 146), buyurur. Kurrâ’nın büyük  bir çoğunluğu âyeti  قَاتَلَ  «savaştı»  şeklinde okur. Selefin ve halefin çoğunluğuna göre birçok rabbanilerden murad, çok cemâatlerdir.

İbn Mes’ûd (r.a.) ve bir rivâyetde İbn Abbas (r.a.) ve Ferrâ’, «binlerce insan» diye tefsir ederler. Diğer bir rivâyetde İbn Abbas (r.a.) yanısıra Mücâhid ile Katâde de bunu «bir­çok cemâatler» diye tefsir ederler. Kelime, fethalı, zammeli ve kesreli olarak, rabbiyyûne, rubbiyyûne ve ribbiyyûne diye üç türlü okunmuştur.

قَاتَلَ «savaştı» okunuşuna göre, peygamberle birlikte savaşan rabbanilerle, gevşemeyen ve zayıflık göstermeyenler aynı kişilerdir, Ebû Amr ve diğerlerinin okuyuşuna, yani  يَقْتُلُونَ «öldürüldü»   kıraatine  göre  iki  açıklama söz  konusudur.

1. Birinci açıklama, «savaştı» şeklindeki okuyuşa uygundur. Yani rabbaniler öldürülüyorlardı, ama onlardan çoğunun öldürülmesi dolayısiyle geriye kalanlar gevşemediler, zayıflık göstermediler, onlarda bir gevşeme olmadı, düşmanlarına boyun eğmediler. Aksine Allah’ın savaş emrini yerine getirdiler. Allah da onları zafere ulaştırdı ve böylece Allah’ın kelimesi en yüce oldu.

2. Peygamber (s.a.v.) ile beraber birçok rabbaniler öldürüldü. Geriye kalanlar, peygamber öldürüldü diye gevşemediler. Bu açıklama, o sırada şeytanın ‘Muhammed öldü’ diye bağırmasına uygun düşüyor. Ancak âyetin lâfzına uygun düşmüyor. Uygun olan, onların (r.a.), gelen belâların çokluğuna rağmen gevşememiş olduklarıdır. Eğer, «peygamber ve beraberinde korkmayan insanlar öldürüldü» anlamı kasdedilse, çok olduklarını söylemeye gerek yoktu. Belki az olduklarını söylemek daha uygundur. Çünkü çok iken böyle bir övgüye tabî tutulmaları geçerli değildir.

Sonra burada, sahabe (r.a.)’nin aleyhine de bir delil yoktur. Çünkü onlar Uhud günü sayıca azdılar ve düşmanları kat kat fazla idi. Sahabe evet gevşemediler ama onlar çoktular, biz ise azdık diyebilir.

Bu görüşe göre ‘nice peygamber’ sözü, öldürülen peygamberlerin çok olduğunu gösteriyor. Halbuki cihâd esnasında herhangi bir peygamberin öldürüldüğüne rastlanmamıştır.

Aynı şekilde peygamberlerden her birinin yanında da çok sayıda rabbaninin öldürülmüş olması gerekiyor. Bu ise olmamıştır. Çünkü Musa (a.s.)’dan önceki peygamberler savaş etmiyorlardı. Musa (a.s.) ve diğer İsrâîl peygamberleri de savaşta öldürülmediler. Cihâd yaparken öldürülen peygamberin bulunduğu bilinmiyor. Artık nasıl olur da hem bunlar, hem orduları çok olur?

Allah Teâlâ, peygamber (s.a.v.) ister öldürülsün, ister ölsün, bu durumda gerisin geri dönenleri kınamıştır. Peygamber (s.a.v.) öldüğü veya öldürüldüğü zaman korkmalarını değil, gerisin geri dönmelerini yermiştir. Bu sebeble Ebûbekir Sıddîk (r.a.) bu:

«Eğer O, ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz?»(3 Âl-i İmrân   144) âyetini, Resûlüllah (s.a.v.)’in vefatından sonra okudu ve sahabeye (r.a.) bu âyeti daha önce hiç duymamışlarmış gibi geldi.

Sonra başka bir tefsir daha zikredilmiştir. Şöyle ki: Sizden öncekiler savaşıyorlardı. Aralarından birçok insan ölüyor, yine de gevşeklik göstermiyorlardı. Peygamberlerin yanında birçok insanlar öldüğü için bu anlamda çokluktan bahsetmek uygundur. Çünkü kendisine bağlı birçok kişinin ölmesi, gevşemeye ve zayıflığa neden olur. Halbuki onlar çok ölü verdikleri halde gevşemediler. Gevşeselerdi imanlarının zayıf olduğu anlaşılırdı. Burada ‘gerisin geri dönmediler’ buyurmadı. Eğer âyetten maksat, peygamberin öldürüldüğü olsaydı, topukları üzerinde geri döndüler buyurulurdu. Çünkü peygamber öldüğü veya öldürüldüğü zamanda böyle bir şeyi bizzat Allah reddediyor. Yani Cenâb-ı Hak iki şeyi reddediyor; Peygamber öldüğü veya öldürüldüğü zaman dinden dönmeyi ve başa Allah yolunda düşmanın istilâsına uğramak gibi herhangi bir musibet geldiğinde gevşemeyi, zayıflık göstermeyi. Bu bakmadan başlarına gelenden dolayı gevşemediler buyuruyor, «peygamberin ölümü sebebiyle gevşemediler» buyurmuyor. Onlar sağ iken öldürülseydi sözün gelişine uygun bir şey söyler «başlarına gelenden dolayı gevşemediler» buyurmazdı. Şurası bilmen bir gerçektir ki savaşlarda genel olarak ümmetlerin başına, peygamberlerinin öldürülmesi gibi bir olay gelmemiştir.

Üstelik peygamberlerle birlikte birçok rabbaninin savaşması veya öldürülmüş olması, peygamberlerin onlarla birlikte ordu içinde bulunmasını gerektirmez. Belki peygambere tâbi olan ve O’nun dini için savaşan herkes O’nunla beraber savaşmış, O’nun dini üzere öldürülen herkes de O’nun yanında öldürülmüştür. Sahabe (r.a.)’-nin anlayışı budur. Çünkü onların yaptığı en büyük savaşlar, Resûlüllah (s.a.v.)’in vefatından sonra oldu ve tâ Suriye’yi, Mısır’ı,Irak’ı, Yemen’i, arap ve rumlar, ülkelerini, doğuyu, batıyı hep fethettiler. İşte o zaman peygamberle beraber savaşanların çok olmasının ne demek olduğu anlaşılıyor. Çünkü peygamberlerin dini üzere savaşan ve bu uğurda musibetlere uğrayanlar çoktur. Bu âyette, kıyamete kadar bütün mü’minlere itibar edilmiştir. Çünkü onların hepsi vefat etmiş olsa bile peygamberle beraber ve O’nun dini üzeredirler. Peygamberin katılmadığı seriyyelerde savaşan ashâb (r. anhüm) de O’nunla (s.a.v.) beraber savaşıyordu. Onlar (r. anhüm) şu âyete dâhildirler:

«Muhammed Allah’ın elçisidir. O’nun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhametlidirler» (48 Feth 29).

Şu âyete de :

«Sonradan iman edip hicret edenler ve sizinle beraber savaşanlar»(8 Enfâl 75). Yani itaat olunan zât ile beraber olan kimsenin O’nu görmesi, o zâtın yanında bulunması şart değildir.

Ribbiyyün’dan amacın «âlimler» olduğu da söylenmiştir. Öyle olursa «Ribbî» kelimesi «Rabbani» kelimesi gibi olur. İbn  Zeyd ‘ ten, «onlar etbâ’ (tâbîler) ‘dir» diye bir rivayet var. O, onları tıpkı kullar gibi düşünmüştür. Fakat birinci görüş, çeşitli yönlerden daha doğrudur.

1.  Rabbanilerle papazlar (hıristiyan âlimler) aynı kişilerdir. Onlar insanları terbiye ediyorlardı. Onların dinine göre onlar imamlardı. Bunların sayısı çok azdı.

2.  Cihad ve sabrı emretmek onlara mahsus değildir. Peygamberlerin ümmetleri, her ne kadar hepsine ilim gelmiş ve hepsinde de Allah korkusu olmakla beraber hep rabbani kimseler değillerdi.

3.  Rabbani lâfzının bu anlamda kullanılması dilde alışılmış bir şey değildir.

4.  Ribbî lâfzının bu anlamda kullanılması da dilde alışılmış bir şey değildir. Aksine birinci anlamda, yani âlim mânasında kullanılışı biliniyor. Bunu söyleyenler «rabbani»  kelimesinin Rab kelimesinin ism-i mensubu olduğunu söylerler. Meşhur okuyuş – «ribbî» şeklindedir. «Rabbî» okuyuşu taraftan olanların bu sözü,  «râ» harfini fethalı okuyanlara itibarladır. «Rubbî» şeklinde de okunmuştur. Nitekim bu üç okuyuştan söz edilmişti.

5.  İster  «rabbani»   olsun,  ister olmasın  Allah  cihâdı  emrettiği herkese sabır ve sebatı da emretmiştir.

6.  Onların özellikle zikredilmesinin bir münasebeti yoktur. Uygun olan,

«Rabbaniler ve papazların onları nehyetmeleri gerekmez miydi?»(5 Maide 63)ve: «Fakat rabbaniler olun» (3 ÂI-İ îmrân 79) âyetlerinde olduğu gibi zikredilmeleridir.

7.  Rabbani, Rabbe mensûb demektir. «Elif» ve «nün» eklenmesi, «lihyânî» kelimesinde  (lıhye, sakal; lıhyânî sakallı)  ki durum gibidir. İnsanların terbiyeye veya rubbân’a   (gemi kaptanına)   mensûb olmasına nazaran böyle söylenmiştir de deniliyor. İkincisi daha doğrudur. Çünkü ism-i mensûb yaparken aslolan ziyâde yapmamaktır. Çünkü onlar terbiyeye mensupturlar (terbiye edilenlerdir). Bu onlara aittir, onların işidir. Rabbe mensûb olmalarına gelince, onların böyle bir ayrıcalığı yoktur. Belki herkes O’nun kuludur. O’na mensûbtur. Bu nisbet ister genel, isterse özel olsun farketmez.  Allah, muttaki dostlarını ve peygamberlerini rabbani diye adlandırmıyor. Çünkü «rabbani», insanları terbiye eden demektir. Nitekim «rubbânî»   (kaptan)   de gemiyi yönetir ve düzene koyar. Bu sebeble rabbaniler bazan övülüyor, bazan da yeriliyorlar. Eğer Rabbe mensûb olsaydılar asla yerilmezlerdi.

8.  Eğer bu nisbet bir övgü ise, o zaman bazı durumlarda yerilmiş olmalarına ne diyeceğiz? Eğer övgü değilse o zaman  onların imtiyaz  edeceği  bir haslet  kalmaz.  Gemi  kaptanına   (rubbânî’ye) mensûb olduğuna göre, artık Rabbe mensûb diyenlerin görüşü yanlış olur. Bu durumda «ribbî» kelimesini Rabbe mensûb anlamına almak haydi haydi yanlış olur.

9.  Rabbe mensûb oldukları düşünülürse, bu nisbet onların âlimler olduğunu göstermez. Evet îmâna, ibâdete ve O’nu ilâh edinmeye işaret eder ki, bu bütün mü’minleri içine alır. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca O’na kulluk eden herkes O’nu ilâh edinmiş, ârif-i billâhtır. Ashabın hepsi böyledir. Fakat ne «rabbani», ne de «ribbî» diye adlandırılmadılar. Sadece İbn Abbas (r.a.)’ın vefatı üzerine İbnü’l-Hanefiyye’nin şu sözü söylediği nakledilmiştir. ( İbnü’l-Hanefiyye,   Muhammed   b.   Âlâ   b.   Ebî   Tâlib,   81/700, Hz.   Ali (R.A.)’nin,  Havle  binti  Ca’fer’den  olma  oğlu   (el-A’lâm  VI/270)) «Bugün, bu ümmetin rabbanisi öldü.» Bu isimlendirme,İbn Abbas (r.a.)’ın, Allah’ın kendisine verdiği ilimle insanları terbiye ettiği içindir. Halifeler onlardan daha faziletlidirler. Asıl rabbaniler onlar olmasına rağmen yine de «rabbaniler» diye adlandırılmadılar. İbrâhîm (İbrahim b. Yezîd b. Kays b. el-Esved en-Nehai, 96/715, tabiinden   Irak fakihi müctehid bir imam  olup Ebû Hanîfe’nin hocasıdır. (el-A’lâm l / 80) ),  Alkame  (Alkame   b.   Kays   b.   Abdillâh,   62/681,   tabiînden    Irak   fakıhı   ve   İbn  Mes’ûd (r.a.)’ın talebesi ve ibrahim en-Nehaî’nin hocasıdır.(el-A’lâm lV / 248) ) « rabbanilerdendir» der. Bu sebeble Mücâhid ( Mücâhid b. Cebr, 104/722, tabiînden ve müfessirdir.  Zehebi, kurra’nın ve müfessirlerin şeyhidir,  der   (el-A’lâm V/278)   ), «onlar insanları büyük ilimlerden önce küçük ilimlerle terbiye edenlerdir» demiştir. Onlar emir ve nehy ehlidir. Ahbâr (papazlar, âlimler) kelimesinin içine, bir bilgiden haberdar edenler, emr ve nehy yapmasa da başkasından rivayet ve tahdis yapanlar girer. Seleften «rabbani» kelimesi hakkında aktarılanlar bunlar. Alî (r.a.)’ın şöyle dediği de naklediliyor: «Onlar insanları hikmetle gıdalandıran ve onları hikmet üzere terbiye edenlerdir». İbn Abbas (r.a.) «Onlar öğretici fakîhlerdir» der.

Ben diyorum ki; emr ve nehy ehli olanlar, öğretici fakîhlerdir. Katâde(Katâde b. Diâme  b.  Katâde,   118/736, müfessir  ve  hadiste hafız ( el-A’lâm V/189) ve Atâ ( Ata  b. Eşlem İbn Ebî Rabâh,   114/732,  tabiînden büyük  bir  fakihti.(el-A’lâm lV/235) ) : «Onlar âlim ve hakîm fakîhlerdir» derler. İbn Kuteybe( İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim, 276/889, büyük dilbilimci  (el-Alâm lV/137)  ), «müfredi rabbanidir. Onlar öğretici âlimlerdir» der. Ebû Ubeyd( Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, 224/838, büyük hadisçi, fıkıhçı ve dil bilimci  ( el-A’lâm V/176) ), «kelimenin ibranî veya süryânice olduğunu sanıyorum» demiş, arapların «rabbani» kelimesini tanımadıklarını iddia etmiştir.

Diyorum ki, kelime arapçadır, rubbâni (gemi kaptanı) kelimesinden ism-i mensubtur. Kaptan gemiyi tersaneye getirir, ıslahına bakar. Fakat arapların İslâm’dan önce rabbanileri olmamıştır. Çünkü onlar Allah’tan indirilmiş bir şeriat üzere değildiler.

Yakın tarihte ve günümüzde İbn Teymiye

Türkiye’de İzmirli İsmail Hakkı, Ahmed Hamdi Akseki ve Kâmil Miras İbn Teymiye’yi en çok takdir eden ve faydalanmanın lüzumuna inanan âlimlerdir.

İbn Teymiye:

İbn Teymiye’nin fikir ve kanaatları XIX. asırda rağbet görmeye ve eserleri müslümanların gündemine gelmeye başladı.

Bu rağbet ve alâka 5-6 asır sonra İbn Teymiye kaynaklı tefekkürün yeniden hayat bulmaya ve gittikçe artan bir nisbetle İslâm düşüncesine te’sir etmeye başlayacağının işaretleri idi.

İbn Teymiye’nin bütün haşmet ve azametiyle dirilip İslâm düşüncesindeki tahtına oturmasına yol açan ilmî ve fikrî hareketler şöyle gelişti:   

Şah veliyyullah Dehlevî (v. 1174/1761), ıslahat hareketlerine girişirken İbn Teymiye’den faydalandı. Aşağı yukarı aynı zamanda Vehhabîliğin kurucusu Muhammed b. Abdülvahhab (v. 1206/1792) daha köklü bir şekille İbn Teymiye’nin te’sirinde kaldı. Şah Veliyyullah İbn Teymiye ile sûfiliği te’lif ettiği halde İbn Vehhab, İbn Teymiye’yi sûfiliği ve kelâmı red için kullanarak tehlikeli bir tasfiyecilik için ondan faydalandı.

Bid’atlarla nücadele için de yine ona dayandı. İhya sarihi Muhammed Murtaza (v. 1250/1834), İbn Teymiye’yi tasavvufla te’lif ederken eş-Şevkanî (v. 1250/ I834), onu daha çok İbn Vehhab gibi anladı. Hindistan’da Sıddık Hasan’ın (v. 1306/1887) ile Seyyid Ahmed (v. 1247/1831), geniş ölçüde İbn teymiye’nin te’sirinde kaldılar.

Bu isimler aynı zamanda önemli bir takım dinî, fikrî ve içtimaî ıslahat hareketlerinin öncüleri oldular ve uyanış dönemi başlattılar.    Cemaleddin Afganî (v. 1315/1897) ve Muhammed Abduh (v. 1323/ 1905) tecdid ve ıslahat faaliyetine girişirken İbn Teymiye’den daha geniş ölçüde faydalandılar. İçtihada taraftar, taklide karşı olmaları, geniş öçüde Eş’arî kelâmı ile tarikatçılığı reddetmeleri İbn Teymiye ile birleştikleri noktalar oldu Ferid Vecdî (v. 1953) ve Reşid Rıza (v. 1935) İbn teymiye’nin hararetli savunucusu oldular.

Bu suretle hem geriye dönük bir ıslahat ve teçdid hareketine girişen Vehhabiler, hem ileriye dönük bir ıslahat ve teçdid hareketinin öncülüğünü yapan Afganî – Abduh cereyanı, geniş ölçüde İbn Teymiye’den istifade hususunda birleştiler.

    Daha sonra Suriye-Mısır’da İhvanu’l-Müslimîn hareketi İbn Teymiye’nin ateşli taraftarı oldu. Mevdudi ve Ebu’l-Hasen en-Nedvî fikrî ve içtimaî ıslahatta İbn Teymiye’yi örnek aldılar.. Böylece Hindistan’dan Fas’a kadar olan İslâm memleketlerinde kuvvetli bir İbn Teymiyeci hareket doğdu ve bu hareket doğrudan veya dolaylı olarak bütün müslüman milletleri az veya çok te’siri altına aldı. Bu itibarla XX. asra İslâmî hareketler açısından bir isim vermek gerekirse buna İbn Teymiye ve selefiye mezhebi çağı demek gerekecektir. Son asırda İbn Teymiye hakkında eser ve makale yazıp onu takdir edenlerin, hattâ kendisine hayranlık duyup ateşli bir şekilde taraftarlığını yapanların sayısı bir hayli fazladır. Bunlardan bazıları şunlardır.

    Muhammed Halil Her’as, Bâisi’n-Nahzeti’l-İslâmiyye İbn Teymiye es-Selefî (Beyrut, 1984) isimli eserinde İbn Teymiye’yi İslâmî uyanış hareketinin öncüsü olarak takdim etmektedir.

    Muhammed Behçet el-Baytar: Hayâtu Şeyhi’l-İslâm ibn Teymiye, (Beyrut, 1972). Bu eserde İbn Teymiye’ye yöneltilen tenkitler cevaplandırılmış, İbn Battuta’n’n iddiası reddedilmiştir.

    Sa’d Sâdık Muhammedi Şeyhu’l-İslâm ,İbn Teymiye İmamu’s-Seyf ve’l-Kalem (Riyad, 1980). Bu eser İbn Teymiye’yi büyük bir kılıç ve kalem kahramanı ve hakikî bir İslâm mücahidi olarak tanıtmakta ve onun çeşitli yönlerini incelemektedir.

    Abdüsselâm Hâşim Hafız, el-imam İbn Teymiye (Mısır, 1969). Bu eserde İbn Teymiye’nin hayatı ve mücadeleleri anlatılmaktadır.

    Selim el-Hilâli: İbn Teymiye  el-Müfrâ aleyh (Amman, 1984) Mahmud Mehdi İstanbulî, İbn Teymiye Batalu’l-ıslahı’d-dini (Darül-marife), Abdül-müteal es-Saidî: el-Müceddidun fi’l-İslâm (Kahire, 1965), bu iki eser İbn Teymiye’yi büyük bir müceddid ve ıslahatçı olarak tanıtmaktadır. Muhammed Kârdâlî, Terçemetu İbn Teymiye, (el-Mektebetu’l-İslâmî) Abdur-rahman eş-Şarkavi, İbn Teymiye el-Fakihu’l-Muazzab (Daru’l-Mevkifu’l-Arabi) Abdurrahman Abdülhalik, Lemehat min hayati Şeyhü’l-İslâm İbn Teymiye (Kuveyt, 1983), Abdülfettah ebu Gudde el-ulemau’l-Uzzab, (Beyrut, 1983). Ebu Zehra: İbn Teymiye, (Daru’l-Fikri’l-Arabî). Ebu’l-Hasan en-Nedevî, el-Hafız İbn Teymiye (Kuveyt, 1978), İbnu’l-Alûsî, Cilau’l-Ay-nayn (Mısır, 1961).

    İbn Teymiye’nin belli bir yönünü inceleyen daha hususî eserler de çoktur. ez-Zeyn: Mantiku İbn Teymiye ve Menheçuhu’l-Fikrî (Beyrut, 1979) el-Celyendi el-imam İbn Teymiye ve Kaziyyetu’l-Te’vil. (Cidde, 1983).

Yukardaki listeyi uzatmak mümkündür. Ancak bir taraftan İbn Teymiye’nin eserleri incelenip neşredilirken diğer taraftan onunla ilgili araştırma ve incelemelerin yapılıp yayınlanması İbn Teymiyeci hareketin ne kadar yaygın ve kuvvetli bir cereyan olduğunu göstermeye kâfidir.

    Türkiye’de İzmirli İsmail Hakkı, Ahmed Hamdi Akseki ve Kâmil Miras İbn Teymiye’yi en çok takdir eden ve faydalanmanın lüzumuna inanan âlimlerdir.

DİNLER ve MEZHEPLER

Bu bakımdan müsteşrikler de İbn Teymiye’yi emîn ve güvenilir bir tenkitçi olarak tanımakta ve kendisinden faydalanmaktadırlar.

Dinler ve mezhepler

     İbn Teymiye dinler ve mezhepler hakkında çok geniş bilgilere sahiptir. Yahudileri red için İktizau Sıratı’l-Müstakîm (Mısır, 1950) isimli eserini yazdığı gibi Hıristiyanları red için de şu eserleri yazmıştır: el-Cevabu’s-Sahih li-men beddele dîne’l-Mesîh (l. IV. Mısır, 1905) el-Red ala’n-Ne-sârâ. er-Risaletu’l-Kıbrısiyye, Tahçîlu ehl-i İncil, Mes’eletu’l-Kenâis, İbn Teymiye bu eserleriyle hem hıristiyanlığı çok iyi bildiğini, hem de iyi bir tartışmacı olduğunu ispat etmiştir.   
*
     İbn Teymiye İslâm öncesi Arapların dinî ve içtimaî hayatlarını çok iyi bildiği gibi eski Mısırlılar, İranlılar, Sâbiîler, Keldânîler, Babilliler hakkında da oldukça geniş malûmata sahiptir. Bu özelliği ile İslama giren bâtıl inançların ve hurafelerin kaynağını ve mahiyetini ehliyet ve isabetle tesbit edebilmektedir. İbn Teymiye’nin «Bu İslâmda yoktur», dediği şey gerçekten İslâmda yoktur. Zira o söylediği şeyi bilerek söylemektedir. İslâm öncesi var olan çeşitli dinî ve felsefî akîde ve fikirlerin İslâm içtimaî hayatına nasıl yansıdığını en doğru olarak teşhis eden İbn Teymiye’dir.   
*
     Bu bakımdan müsteşrikler de İbn Teymiye’yi emîn ve güvenilir bir tenkitçi olarak tanımakta ve kendisinden faydalanmaktadırlar. 

ŞEFAAT

Peygamberimizin ümmeti içindeki günahkârlara şefaatine gelince, bu, sahabe ve hakkıyla tâbi olanlarla dört imam ve başkalarınca da ittifak edilen bir husustur. Ancak Haricîler ve Mu’tezile ile Zeydîler gibi bid’at ehlinin pek çoğu bunu inkâr etmiştir. Onlar diyorlar ki: Kim cehenneme girerse, ne bir şefaatle, ne de başka bir sebeple ondan çıkmaz. Onlara göre, cennete giren cehenneme girmeyecek, cehenneme giren de cennete girmeyecektir. Onlarca aynı şahısta hem sevab, hem de günah olmaz. Ama sahabe ve hakkıyla onlara tâbi olanlarla dört imam ve diğerleri gibi öteki müctehidler, Allah dilediğine azap çektirdikten sonra bir topluluğun kimileri Muhammed (s.a.v.)’in şefaatiyle, kimileri başkalarının şefaatiyle, kimileri de şefaat olmaksızın cehennemden çıkarılacağını belirten mütevatir hadîsleri kabul eder ve öylece inanırlar.

Şefaati inkâr edenler

      Peygamberimizin ümmeti içindeki günahkârlara şefaatine gelince, bu, sahabe ve hakkıyla tâbi olanlarla dört imam ve başkalarınca da ittifak edilen bir husustur. Ancak Haricîler ve Mu’tezile ile Zeydîler gibi bid’at ehlinin pek çoğu bunu inkâr etmiştir. Onlar diyorlar ki: Kim cehenneme girerse, ne bir şefaatle, ne de başka bir sebeple ondan çıkmaz. Onlara göre, cennete giren cehenneme girmeyecek, cehenneme giren de cennete girmeyecektir. Onlarca aynı şahısta hem sevab, hem de günah olmaz. Ama sahabe ve hakkıyla onlara tâbi olanlarla dört imam ve diğerleri gibi öteki müctehidler, Allah dilediğine azap çektirdikten sonra bir topluluğun kimileri Muhammed (s.a.v.)’in şefaatiyle, kimileri başkalarının şefaatiyle, kimileri de şefaat olmaksızın cehennemden çıkarılacağını belirten mütevatir hadîsleri kabul eder ve öylece inanırlar.    Şefaati inkâr edenler şu âyetleri delil getirirler:

    «Ve öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse, kimsenin yerine bir şey ödeyemez. Kimseden de şefaat kabul edilmez. Kimseden fidye de alınmaz» (2 Bakara 48).

    «…kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez» (2 Bakara 123) .

    «Ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün

gelip çatmadan…» (2 Bakara 254) .

    «Zalimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir şefaatçileri

vardır» (40 Mü’min 18 ).

    «Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez» (74 Müddessir 48).

    Ehl-i Sünnet’in inkarcılara cevabı, yukarıdaki âyetlerle iki özelliğin belirtilmek istendiğidir. Şöyle ki:

    1 — Şefaatin müşriklere yararı yoktur. Nitekim Allah onları nitelerken şöyle buyurmaktadır:

      «Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir? Derler ki: ‘Namaz kılanlardan değildir. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. (Bâtıla) dalanlarla biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Biz o haldeyken ölüm geldi. Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez» (74 Müddessir 42-48)İşte bu Kimselere şefaatçilerin şefaati fayda vermez. Çünkü onlar kâfir idiler.

    2 — Bu âyetlerle, müşrikler ile, Ehl-i Kitab ve müslümanlar içinde Allah’ın izni olmaksızın yaratıkların şefaat edebileceğini sanan müşriklere benzer bid’at ehlinin ileri sürdükleri şefaat reddedilmektedir. Sanıyorlar ki, Allah katındaki şefaat de, insanların, insanlar yanındaki şefaati gibidir. Kendisinden şefaat istenen kişi bunu, ya şefaat isteyenden birşeyler beklediği, ya da ondan çekindiği için kabul eder. Yani şefaat isteyen ile kendisinden şefaat istenenin karşılıklı çıkarları söz konusudur.

    Müşrikler, Allah’tan ayrı olarak, meleklerden, peygamberlerden ve sâlihlerden bazılarını şefaatçiler ediniyorlardı. Heykellerini yapıyor, o heykellerden şefaat diliyor ve şöyle diyorlardı: Bunlar, Allah’ın hâs adamlarıdır. Biz, Allah’a dua ve ibadetleriyle tevessül ediyoruz ki, bize şefaat etsinler. Tıpkı hükümdarlara hâs adamlarıyla tevessül edildiği gibi. Çünkü onlar, hükümdarlara başkalarından daha yakındırlar. Hükümdarların izni olmasa da, onlar katında şefaat ederler. Onlardan biri, hükümdarın istemediği bir şey hakkında da şefaat edebilirler. Çünkü hükümdarın da bunda bir çıkarı vardır. Şefaat dileyenden ya bir şeyler beklemektedir, ya da kendisine verilebileceği bir zarardan korkmaktadır.

    İşte Allah bu şefaati reddediyor ve şöyle buyuruyor:

    «O’nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir?» (2 Bakara 255 )

     «Allah dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz» (53 Necm 26) .

    Melekler hakkında da şöyle buyurmaktadır:

    «Rahman çocuk edindi, dediler. Hâşâ; hayır, melekler şerefli kılınmış kullardır. Allah’tan önce söz söylemezler; ancak O’nun emri üzerine iş işlerler. Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler; hepsi O’nun korkusundan titrerler» (21 Enbiyâ. 26-28).

    Yine şöyle buyurmaktadır:

    «De ki: ‘Allah’ı bırakıp da göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah’a yardımcı olmadığı halde (kendilerinde bir şeyler var) sandıklarınızı yardıma çağırsanıza! Allah katında kendisine izin verilenden başkasının şefaati fayda vermez» (34 Sebe’ 22-23).

    «Onlar, Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da, zarar da veremeyen putlara taparlar: ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Göklerde ve yerde Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz?’ Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir» (10 Yûnus 18 ).

    «Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. O’ndan başka bir dost ve şefaatçileri yoktur»(6 En’âm 51).

    «Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva eden (hükmeden) Allah’tır, O’ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Düşünmez misiniz?» (32 Secde 4 ).

    «Allah’ı bırakıp yalvardıkları kimseler şefaat edemezler. Ancak hakkı bilip ona şahidlik edenler bunun dışındadır» (43 Zuhruf 86 ).

    «And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi – size verdiklerimizi ardınızda bırakarak – bize birer birer geldiniz; içinizde Allah’ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçilerinizi beraber görmüyoruz. And olsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız  sizden ayrılmışlardır» (6 En’âm 94).

    «Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: ‘Onlar, hiçbir şeye güçleri yetmeyen, düşünmeyen şeyler olsalar da mı?’ De ki: ‘Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz’. Allah tek başına anıldığı zaman; âhirete inanmayanların kalbleri ürker. Ama O’ndan başkaları anıldığı zaman, hemen sevinirler» (39 Zümer 43-45 ).

    «Rahman için sesler kısılmıştır, fısıltıdan başka bir şey işitemezsin. O gün Rahman izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez» (20 Tâhâ 108-109).

    Yasin sûresinde sözü edilen kişi de şöyle demektedir:

    «Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O’na döndürüleceksiniz. O’ndan başka tanrılar edinirmiyim hiç? Eğer Rahman bana bir zarar vermek dilese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve (onlar) beni kurtaramazlar. O takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben sizin Rabbinize inandım, beni dinleyin». (36 Yasin 22-25)

    İşte müşriklerin melekler, peygamberler ve sâlih kimseler için var olduğunu söyledikleri bu şefaat reddedilmiştir. Müşrikler nihayet onların heykelerini de yaptılar ve heykelleriyle şefaat dilemelerinin, aslında kendileriyle şefaat dilemeleri anlamında olduğunu söylediler. Yine kabirlerine gidip: «Biz ölümlerinden sonra da onlarla şefaat diliyoruz ki, Allah katında bize şefaat etsinler» dediler. Yine heykellerini yapıp bu şekilde de onlara taptılar. Allah ve Resulünün reddettiği ve ondan dolayı müşrikleri kınayıp onları kâfir saydıkları şefaat işte budur. 
Allah, Hz. Nuh ‘un kavmiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
 Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suvâ’dan, Yeğûs’tan, Ye’ûk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin!.
(Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır!(11 Nuh 23-24).

    «Tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd’i, ne Suva’ı, ne de Yeğûs’u, Ye’uk’u ve Nesri’i bırakmayın. (Böylece) onlar, birçok kimseyi yoldan çıkardılar» (11 Nuh 23-24). İbn Abbas ve başkaları diyor ki: İsmi geçen bu şahıslar, Hz. Nuh kavminden sâlih kimselerdi. Vefat ettiklerinde, kabirlerinin üzerine üşüştüler. Sonra da heykellerini yapıp onlara taptılar. Bu rivayet, bütün tefsir ve hadîs kitablarında geçer.

    İşte Peygamber (s.a.v.) buna şiddetle karşı çıkmış, ona giden yollarla birlikte onu toptan reddetmiştir. Öyle ki, onlarla şefaat kasdı olmasa bile peygamber ve sâlih kimselerin kabirlerini mescid edinenleri lanetlemiş, kabirlere karşı namaz kılmayı yasaklamış ve Hz . Ali’yi gönderip yükseltilmiş ne kadar kabir bulursa hepsini yerle bir etmesini, ne kadar dikili heykel bulursa, yıkıp mahvetmesini emretmiş ve tasvir yapanları lânetlemiştir. Ebû’l Heyyâc el-Esedî ‘nin şöyle dediği rivayet edilir: Ali b. Ebî Tâlib bana dedi ki: «Resûlüllah (s.a.v.)’in beni gönderdiği bir işe seni gönderiyorum. Ne kadar heykel varsa yık ve ne kadar yükseltilmiş mezarla karşılaşırsan, onu yerle bir et». Bir lâfızda da: «Ne kadar suret varsa imha et» denilmektedir. (Müslim rivayet etmiştir.) (Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 68; Tirmizî, Cenâiz 56; Nesâi, Cenâiz 99)

İKİ SINIF MÜŞRİK VARDIR

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«De ki: ‘Allah’tan başka (kendilerinde bir şeyler var sandıklarınızı çağırın ,onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de onu başka bir yana çevirebilirler. O yalvardıklarınızın (Allah’a) en yakın olanları bile Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar; O’nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Rabbinin azabı, cidden korkunçtur» (17 İsrâ 56-57).

İki sınıf müşrik

Allah ve Resulünün müşriklikle nitelendirdiği kimseler iki sınıfa ayrılır:
Hz. Nûh’un kavmi ve Hz. İbrahim’in kavmi

Hz. Nuh kavminin şirklerinin temeli, salihlerin kabirlerine bağlanmaları, sonra heykellerini yapmaları ve giderek onlara tapmalarıdır.

Hz. İbrahim’in kavminin şirklerinin temeli ise yıldızlara, güneşe ve ay’a tapmalarıdır.

Bunlardan her biri ayrıca cinlere tapıyorlardı. Çünkü şeytanlar onlarla konuşuyor ve bazı hususlarda onlara yardımcı oluyorlardı. Hakikatte cinlere taptıkları halde, kendilerinin meleklere tapan insanlar olduklarına inanırlardı. Aslında onlara yardımcı olan ve şirk koşmalarından hoşnut bulunan cinlerin kendileriydi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«O gün, onların hepsini mahşere toplar, sonra meleklere: ‘Bunlar size mi tapıyorlardı?’ der. (Melekler) derler ki: ‘Sen yücesin, bizim velimiz onlar değil, sensin’ . Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı» (34 Sebe’ 40-41) .

Melekler ne hayatta, ne de öldükten sonra şirk konusunda onlara hiçbir zaman yardım etmezler ve böyle bir durumdan hoşnut da olmazlar. Fakat bu konuda onlara şeytanlar yardım eder ve insan biçiminde görünürler. Onlar da gözleriyle şeytanları görürler. İnsan suretine girenler onlara: Ben İbrahim’im, ben Mesih’im, ben Muhammed’im, ben Hızır’ım, ben Ebû Bekir’im, ben Ömer’im, ben Osman’ım, ben Ali’yim, ben falan şeyhim, der. Onlar da bazen biribirlerine: Bu, falan peygamberdir, bu Hızır’dır, derler. Oysa onların hepsi cindir; birbirlerine şahidlik etmektedirler. Cinlerin de insanlar gibi kâfirleri, fâsıkları, âsîleri ve cahil âbidleri vardır. Onlardan kimi, bir şeyhi sever ve onun suretinde görünüp «ben falanım» der. Bu, çöl ve tenha bir yerde olabilir. O cin bir insana yemek yedirir, bir şey içirir veya ona gideceği yolu gösterir. Yahut meydana gelmiş kimi gaib haberleri söyler. O şahıs da, bu işi ölmüş veya diri olan şeyhin yaptığını sanır. Hattâ bazen şöyle bir kanaate da varır: «Bu, şeyhin sırrıdır. Şu onun hayâli, ve bu da hakikati». Ya da şöyle düşünür: «Bu şeyhin suretine bürünmüş bir melektir». Oysa o, bir cinden başkası değildir. Çünkü melekler şirke, iftiraya, günah ve haksızlığa yardımcı olmazlar.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«De ki: ‘Allah’tan başka (kendilerinde bir şeyler var sandıklarınızı çağırın ,onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de onu başka bir yana çevirebilirler. O yalvardıklarınızın (Allah’a) en yakın olanları bile Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar; O’nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Rabbinin azabı, cidden korkunçtur» (17 İsrâ 56-57).

Seleften bir cemaat diyor ki: Meleklere ve Üzeyr, Mesih gibi peygamberlere dua eden cemaatler vardı. Yüce Allah bu âyetleriyle, melek ve peygamberlerin de kendisinin kulu olduklarını, bizzat kendilerinin de rahmetini umduklarını, azabından korktuklarını, diğer salih kullar gibi kendisine yaklaşma çabası içerisinde bulunduklarını haber vermektedir.

Bu müşriklerden bazıları şöyle der: Biz, onlarla şefaat diliyoruz; yani melek ve peygamberlerden bize şefaat etmelerini istiyoruz. Onlardan birinin kabrine gittiğimiz zaman, bize şefaat etmesini istiyoruz. Onlardan birinin heykelini ya da – hıristiyanların kiliselerinde olduğu gibi – resimlerini çiziyorsak, bundan amacımız, onları ve tavırlarını bize hatırlatmalarıdır. Bu heykel (veya resimlere) hitap ederken, asıl maksadımız o kimin heykeli ise Allah’ın yanında bize şefaat etsin diye o kimseye hitap etmektir. Onlardan her biri, o heykellerin veya resimlerin karşısında durur ve: Ey falan efendim! Ey Cercis efendim! Ey Batrus Efendim! Ey kutsal Meryem Ana! Ey İbrahim Halil Efendim! Ey Musa b. İmrân Efendim! vs… Rabbin katında bana şefaat et, der.

Bazen de mezarı başında ölüye hitap ederek: Rabbinden benim için şunu iste, der. Ya da hayatta olan birine hitap ederler ama o hitap ettikleri orada hazır bulunmadığı halde, oradaymış gibi davranırlar.Şayet hazır ise, kasideler söyler ve: Ey falan efendim! Sana sığındım, himayene girdim. Allah katında bana şefaat et. Allah’tan düşmana üstün gelmemizi iste. Allah’tan şu sıkıntımızı gidermesini dile. Halimi sana arzediyorum, sen de Allah’tan belâları benden uzaklaştırması dileğinde bulun. Ya da Allah’tan, beni bağışlamasını iste vs. derler.

   Onlardan kimileri de Nisa süresindeki:

«Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah’tan, günahlarını bağışlamasını isteseler ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı» (4 Nisa 64)âyetini te’vil ederek: Ölümünden sonra ondan mağfiret dileyecek olsa, mağfiret dileyen sahabe durumunda oluruz, derler. Böylece sahabe ve hakkıyla onlara tâbi olanlarla sair müslümanların icmaına muhalefet ediyorlar. Çünkü hiçbir sahabe, Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra, ondan şefaat dilememiş ve ondan herhangi bir istekte bulunmamıştır. Müslüman imamların hiçbirinin kitabında sahabenin, ölümünden sonra böyle bir istekte bulunduğuna dair bir kayıt yoktur. Zikreden varsa, o da müteahhir fukahadandır. Nitekim İmam Malik (r.a.) hakkında uydurma bir hikâye naklediyorlar ki, inşâallahu Teâlâ bu hikâyeyi ele alacak ve ondan etraflıca söz edeceğiz.

Meleklere, ölümlerinden sonra mezarları başında veya gıyaplarında ya da heykellerinin önünde peygamberlere ve salih kimselere bu şekilde bir hitap, müşriklerde ve Allah’ın izin vermediği şirk ve ibadet şekilleri uyduran Kitab Ehlinde ve müslümanlar içindeki bid’atçılar arasında var olan şirk türlerinin en büyüğüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

  أَمْ لَهُمْ شُرَكَاء شَرَعُوا لَهُم مِّنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَن بِهِ اللَّهُ وَلَوْلَا كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır. (ŞÛRÂ suresi 21. ayet)

ÖLÜDEN İSTEKDE BULUNULMAZ

Ölmüş kimselerden istekte bulunmak

Ölümlerinden sonra ve gıyaplarında melek ve peygamberlere dua etmek, onlar aracılığıyla istekte bulunmak ve bu durumda şefaat etmelerini dilemek, – onlardan şefaat talep etme anlamında – heykellerini dikmek; Allah’ın teşri buyurduğu, bir peygamberi onunla gönderdiği veya bir kitabı onunla indirdiği hiçbir din yoktur. Böyle birşey müslümanların ittifakıyla ne vacib, ne de müstehabtır. Ne sahabeden, ne de hakkıyla onlara tâbi olanlardan biri böyle bir şey yapmış ve ne de müslümanların müctehid imamları böyle bir şeyin yapılmasını istemiştir. Her ne kadar halk içinde ibadet ve zühd sahibi kimselerden bazıları bunu yapıyor ve bu konuda birtakım hikâye ve rüyalar anlatıyorsa da, aslında böyle şeylerin hepsi şeytanın eserlerindendir.

Ölmüş kimselerden istekte bulunmak

Ölümlerinden sonra ve gıyaplarında melek ve peygamberlere dua etmek, onlar aracılığıyla istekte bulunmak ve bu durumda şefaat etmelerini dilemek, – onlardan şefaat talep etme anlamında – heykellerini dikmek; Allah’ın teşri buyurduğu, bir peygamberi onunla gönderdiği veya bir kitabı onunla indirdiği hiçbir din yoktur. Böyle birşey müslümanların ittifakıyla ne vacib, ne de müstehabtır. Ne sahabeden, ne de hakkıyla onlara tâbi olanlardan biri böyle bir şey yapmış ve ne de müslümanların müctehid imamları böyle bir şeyin yapılmasını istemiştir. Her ne kadar halk içinde ibadet ve zühd sahibi kimselerden bazıları bunu yapıyor ve bu konuda birtakım hikâye ve rüyalar anlatıyorsa da, aslında böyle şeylerin hepsi şeytanın eserlerindendir.

Bu âbid ve zâhidlerden kimileri, ölüye (istekte bulunma anlamında) dua, onunla şefaat istemek ve ondan istiğasede bulunmak konusunda kasideler dizer, ya da peygamber ve salihlere medhiyeler söylerken bu gibi şeyleri de bu medhiyeler arasında zikrederler. Bunların hepsi Müslüman imamların ittifakıyla, bunlardan hiçbiri meşru, vacib ve müstehab olan davranışlardan değildir. Her kim ne vacib, ne de müstehab olmayan bir şeyle ibadet eder ve onun vacib ya da müstahab olduğuna inanırsa, sapıktır, bid’at ehlindendir. İşlediği bu bid’at, iyi bid’at değil, din âlimlerinin ittifakıyla kötü bir bid’attir. Allah’a, ancak vacib ya da müstahab olan bir fiille ibadet edilir.

Ne yazık ki birçok kimse, bu tür şirklerde yarar ve maslahatların bulunduğunu söylemekte, ya akıl veya zevk ya da taklit ve rüyalarla bu söylediklerini delillendirmeye çalışmaktadır.

  Bunlara iki yoldan cevap verilir:

Birisi: Nass ve icma delilidir.

Diğeri ise: Kıyas, hiss-i selim ve iddialarındaki zararı açıklamaya itibar etmektir. Çünkü ondaki zarar, sandıkları maslahattan çok daha ağır basmaktadır.

Birinci hususa gelince, onlara şöyle cevap verilir: İslâm dininde zorunlu olarak ve tevatür ile İslâm ümmetinin selefi ve müctehid imamlarının icmaıyla bilinmektedir ki, bu ne vacib, ne de müstahabtır.

Yine bilinmektedir ki, ne Peygamber (s.a.v.), ne de ondan önceki peygamberlerden herhangi biri meleklere, peygamberlere ya da salih kimselere dua edin veya ölümlerinden sonra, ya da gıyaplarında onlarla şefaat dileyin diye bir tavsiyede bulunmamıştır, bir kimse: Ey melekler! Allah katında bana şefaat edin; Allah’tan isteyin; dileyin ki bize yardım etsin, bize rızık versin veya bizi hidayete kavuştursun, dememiştir.

Aynı şekilde hiçbir kimse, peygamber ve salihlerden ölen ne; Ey Allah’ın peygamberi! Ey Allah’ın Resulü! Benim için Allah dua et; benim için Allah’tan iste; bağışlanmamı dile; Allah’tan dileki günahlarımı bağışlasın; beni hidayete kavuştursun; bana yardım etsin, ya da bana sıhhat ve afiyet versin, dememiştir.

Yine hiçbiri: Günahımdan, rızkımın azlığından veya düşmanın bana hâkimiyet kurmasından sana şikâyet ediyorum. Ya da: Bana zulmeden falanı sana şikâyet ediyorum, dememiştir. Bunları söylemedikleri gibi: Sana misafir olarak geldim; sana komşuyum; sana sığınanları korursun; sen, kendisine sığınılanların en hayırlısısın, dememiştir.

Yine onlardan hiçbiri, böyle bir şeyi kâğıda yazıp mezarın başına asmamış, ya da falana sığınıyorum diye bir not yazarak o notu götürüp, sığındığı yerde çalışan birine vermemiştir. Ehl-i Kitab ve müslümanlar içindeki bid’at ehlinin yaptıkları bu gibi şeyleri yapmıyordu. Nitekim Hıristiyanlar kiliselerinde, müslümanlar arasında çıkan bid’at ehli de peygamberlerle salih kimselerin kabirlerinde ve gıyaplarında bu tür şeyleri yapmaktadırlar. Oysa İslâm dininde zorunlu olarak Peygamber (s.a.v.)’in bu ümmete böyle şeyleri teşrî buyurmadığı mütevatir nakil ve müslümanların icmaıyla bilinmektedir.

Aynı şekilde daha önce gelen peygamberler de, bu gibi şeylerden hiçbirini teşri buyurmamışlardır. Ne peygamberlerinden Ehl-i Kitaba ve ne de Peygamberimiz (s.a.v.)’den müslümanlara böyle bir nakil vardır. Hattâ ne sahabeden, ne de hakkıyla onlara tâbi olanlardan biri böyle bir şey yapmıştır. Müslüman müctehidlerden de bunu hoş karşılayan olmamıştır. Ne dört imam, ne de bir başkası. İmamlardan hiçbiri, ne hacc ibadetinde, ne de başka bir ibadette Peygamber (s.a.v.)’in kabri başında Peygamber’den şefaat etmesini, ümmeti için dua etmesini ya da ümmetin başına gelen dinî veya dünyevi bir musibeti kendisine şikâyet etmeyi hoş karşılamış değildir.

    Nitekim Ashab, Resûlüllah (s.a.v.)’in, vefatından sonra nice belâlarla karşı karşıya kalmışlardır; bazen kuraklıkla yüzyüze gelmiş, bazen yemek için yeterli gıda maddesi bulamamış, bazen güçlü düşman ordusu ve korkuyla karşı karşıya gelmiş, bazen de günah ve vasiyetlere maruz kalmışlardır. Ama onlardan hiçbiri ne Peygamber (s.a.v.) ‘in, ne Hz. İbrahim ‘in ve ne de peygamberlerden herhangi birinin kabrine gidip: Kuraklığı veya düşmanın kuvvetini ya da günahların çokluğunu sana şikâyet ediyoruz. Yahut: Ümmetine rızık vermesi veya onlara yardım etmesi ya da günahlarının bağışlanması için Allah’tan istekte bulun, dememiştir. Aksine, müslüman müctehidlerden hiçbiri bu gibi sonradan ortaya çıkmış bid’atleri hoş karşılamamışlar. Bu tür şeyler, müslüman müctehidlerin ittifakıyla ne vacib, ne de müstahabtır.

BİD’ATLAR

Aslında vacib ve müstahab olmayan her bid’at, kötü bir bid’attır. Müslümanların ittifakıyla sapıklıktır. Bid’atlerin bazısına, bid’ati hasene (güzel bid’at) diyebilmek için, hasene olarak niteledikleri bid’atin müstahab olduğuna dair şer’î bir delil getirilmesi gerekir. Hiçbir müslüman, müstahab ve vacib olmayana kişiyi Allah’a yaklaştıran hasenat gözüyle bakamaz

Kötü bid’atler

Aslında vacib ve müstahab olmayan her bid’at, kötü bir bid’attır. Müslümanların ittifakıyla sapıklıktır. Bid’atlerin bazısına, bid’ati hasene (güzel bid’at) diyebilmek için, hasene olarak niteledikleri bid’atin müstahab olduğuna dair şer’î bir delil getirilmesi gerekir. Hiçbir müslüman, müstahab ve vacib olmayana kişiyi Allah’a yaklaştıran hasenat gözüyle bakamaz.( İslâm âlimleri bid’ati çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Bu tarifleri gruplandırıp ortak noktalarını tesbit ettiğimizde iki kısma ayrıldığını görürüz :

    Birine göre bid’at: Peygamber (s.a.v.)’den sonra din ve dünya, işlerinde ortaya çıkan her şeydir. Bid’ati bu şekilde tarif edenler, ister istemez bid’atler arası bir taksime girmiş ve onları bid’at-i seyyie (kötü bid’at) ve bid’at-i hasene (güzel bid’at) şeklinde ikiye ayırmışlardır.

    Diğer gruba göre ise: Resûlüllah (s.a.v.)’in tebliğ ettiklerinden başka, dine ilâvede bulunmak, bir şey çıkarmak, ya da tebliğ ettiklerini değiştirmektir.

Bid’ati bu şekilde tarif edenler, bid’atleri taksim etme ihtiyacı duymamış, bu tarife giren her şeye bid’at demiş ve ona karşı koymuşlardır. Böylece Resûlüllah’tan sonra ortaya çıkan her şeye de bid’at dememişlerdir.

  Terimleştirmede nasslar nazarı itibara alındığında ikinci tarifin daha doğru olduğu açıktır. Şöyle ki :

Gerek Kur’ân-ı Kerim’de, gerek Sünnet’te bid’at, dinden olmayanı dine sokmak anlamında kullanılmıştır.Hadîd sûresinde Hıristiyanların ruhbanlığı sonradan icad ettiklerinden ve dine soktuklarından bahisle «ibtedaûhâ» buyurulmaktadır. (bk. 27. âyet).

   Peygamber (s.a.v.) de: Din işinde sonradan çıkarılan her şeyin bid’at ve her bid’atin de sapıklık olduğunu ifade etmektedir. (bk. Müslim, Cumua 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5). Hadîsten de anlaşıldığı gibi her bid’at sapıklıktır. O halde «bid’at-i hasene» denirken, ister istemez insanın aklına «güzel sapıklık» gibi bir mefhum gelmektedir. Gerçekte bid’at olmayan şeylere başlangıçta «bid’at-ı hasene» denilmesi, ardından bid’at olan birçok şeyin bu isim altında dine sokulmasına sebep olmuştur.

Yalnız bu konuda değil, Kur’an ve Sünnet’teki kullanışlara dayandırılmayan her terimleştirmede, dinden olmayan şeylerin dine girmelerine ve birçok dinî anlamın safiyetine gölge düşürdüğü bir vakıadır. )

Ya vacib ya da müstahab olarak emredilen iyiliklerden olmayan bir şeyle Allah’a ibadet eden sapıktır ve şeytanın tabilerindendir. Yolu şeytanın yoludur. Abdullah b. Mes’ûd’un dediği gibi: Resûlüllah (s.a.v.) bir çizgi çizdi ve sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizerek:

«Bu, Allah’ın yoludur. Bunlar -sağına ve soluna çizilenler-, da (şeytanın yolları olup) her birinin başında bir şeytan dikilmiş, onları çağırmaktadır», buyurdu. Ve: «İşte bu, benim dosdoğru yolumdur. Ona, tâbi olun. (Başka) yollara tâbi olmayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın!» (6 En’âm 153)  âyetini okudu.(Darimi, Mukaddime 23; Ahmed İbn Hanbel l/435, 465)

Bu, önemli ve kapsamlı bir kural olup Allah’a ve Resulüne inanan herkesin ona tâbi olması; Muhacir, Ensar ve onlara hakkıyla tâbi olanların görüşlerine karşı çıkarak sünnete ve öncekilerin icmaına muhalefet etmemesi gerekir. Hele kendisiyle tâbi olduğu kimse ile benzeri bir görüşü paylaşan güvenilir ve icma gibi konularda sözü geçerli bir müctehid yoksa; tabi olduğu kimsenin görüşünden dolayı icma zedeleniyor ve icmaın meydana gelmesi için onayına ihtiyaç bulunmayan biriyse…

Karşı koyan müctehid olsa bile görüşü mütevatir sünnet ve kendisinden önceki müctehidlerin ictihadlarıyla karşı karşıya gelmiştir – dolayısıyla görüşüne itibar edilmez – müctehid için durum böyle olunca ya karşı koyan hem müctehid değil, hem de şer’î bir delile; bir ilim, hidayet ve kitaba dayanmadan, Allah hakkında tartışmaya cür’et eden birine tabi olan biriyse ona ne demeli?.

Peygamber (s.a.v.) böyle bir şeyi teşri buyurmadığına göre o, ne vacib, ne de müstahabtır. Hattâ o, böyle bir şeyi teşri buyurmadığı gibi, üstelik hem onu, hem de ona götüren yolları yasaklamıştır. Nitekim Aleyhissalâtü vesselam, müslümanları peygamberlerle salihlerin mezarlarının mescid edinilmesinden sakındırmıştır.

Müslim’in Sahîh’inde, Cundub b. Abdullah’tan Peygamber (s.a.v.)’in, vefatından beş gün önce şöyle dediği nakledilmektedir :

 «Sizden öncekiler, kabirleri mescid ediniyorlardı. Sakın kabirleri mescid edinmeyesiniz. Sizi bundan sakındırıyorum» (Muvatta’, Sefer 85 ).

Sahîhayn’de Hz . A i ş e ‘ den yapılan bir nakle göre, Peygamber (s.a.v.) vefatından önce şöyle demiştir:

  «Allah’ın lâ’neti yahudi ve Hıristiyanların üzerine olsun. Onlar, Peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler» (Buhârî, Salât 48, Cenâiz 69, 96; Müslim, Mesâcid 19) .

Böylece Resûlüllah (s.a.v.) onların yaptıklarından bizi sakındırmaktadır. H z . A i ş e diyor ki: Şayet böyle olmasaydı, kabrini açığa yapardı. Ama mescid edinilmesinden korktuğu için böyle yapmadı.

Bir yerin mescid edinilmesi, oranın mescidlerin amacı olan beş vakit namaz ve diğer namazlara ait kılınmasıdır. Mescid edinilmesinden maksat, orada Allah’a ibadet etmek ve yaratılmışlara değil, sadece O’na ibadet etmektir.

Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) mescidlerde olduğu gibi, namaz maksadiyle mezarlarının mescid edinilmesini yasaklamıştır. Orada namaz kılan, sadece Allah’a ibadet etmeyi amaçlamış olsa bile durum budur. Çünkü böyle bir durum, zamanla kabirde yatandan dolayı ve ona dua etmek, onun aracılığıyla dua etmek veya onun yanında dua etmek gibi bir maksatla mescid edinilmesine yol açabilir. İşte bu yüzden Resûlüllah (s.a.v.) yalnızca Allah’a ibadet için de olsa kabrin ibadet yeri haline getirilmesinden sakındırmıştır. Böylece Allah’a ortak koşmaya bir kapı açılmasını engellemiştir.

Bir davranış, eğer bir bozukluğa götürüyor ve onda maslahat ağır basmıyorsa, ondan sakındırmıştır. Nitekim mefsedeti ağır bastığından dolayı üç vakitte (güneş doğarken, batarken ve tam tepedeyken) namazın kılınmasını yasaklamıştır. Buradaki mefsedet, şirke yol açan ve kişiyi müşriklere benzeten şeydir. Ayrıca sair vakitlerde tatavvu olarak namaz kılmak mümkün olduğundan bu vakitlerde maslahat ağır basmamaktadır.

İşte bu nedenledir ki âlimler, sözkonusu vakitlerde herhangi bir nedene dayalı olarak kılınan namazların caiz olup olmadığında ihtilâf etmişler ve birçoğu caiz olduğunu söylemiştir. Nitekim kuvvetli olan görüş de budur. Çünkü yasaklama seddi zerayi’ (kötülüğe açılan kapıyı tıkama) kabilinden ise, ağır basan bir maslahattan dolayı mubah olur. Sebeplere mebni olarak kılınan namazların, sözkonusu vakitlerde kılınmalarına ihtiyaç duyulabilir. Kılınmadıklarında kaçırılmış olurlar ve maslahatları da yitirilmiş olur. Maslahatlarının ağır basmasından dolayı, sözkonusu vakitlerde mubah kılınmışlardır. Sebeplere mebni olmayanlarda ise, durum böyle değildir. Bu vakitlerin dışında ağır basan bir maslahat kaçırılmış olmaz.Ayrıca bunda bir mefsedet de mevcut olup yasaklanmasını gerekli kılmaktadır.

Söz konusu vakitlerde namaz kılınmasının yasaklanmasıyla şirke açılan kapıyı tıkayıp – güneşe, aya ve yıldızlara tapanların yaptığı gibi – güneşe secde etme, ona dua etme ve ondan istemeye götürmemesi için bunun yasaklanması, açıkça bilinmektedir ki,bizatihî haram olan güneşe dua etmek ve ona secde etmenin haramlığı, ona dua etmeye götürmesin diye namaz kılınmasının yasaklanmasındaki haramdan çok daha büyüktür.

Aynı şekilde peygamber ve salih kimselerin kabirlerinin mescid edinilmelerinin yasaklanması – ki onların yanında namaz kılmanın yasaklanması, onlara dua ve secde etmeye götürmesin diyedir -açıkça göstermektedir ki, onlara dua ve secde etmek, kabirlerini mescid edinmekten çok daha haramdır.

BARNABA İNCİLİ (BARNABAS)

İncil nüshalarından aslına en yakın olanı.

Oniki Havari’den biri olup olmadığı ihtilaflı olan Barnaba, aslen Kıbrıslı olup yahudi bir aileden doğmuştur. Asıl adı Joseph (Yusuf)’tur. Barnaba ise “teselli oğlu” anlamında ona sonradan verilmiş bir lâkaptır. (Kitabı Mukaddes, Resullerin İşleri, IV, 36-37; Encyclopedia Britannica, U.S.A. 1970, III,171: Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1967, V, 265).

İncil nüshalarından aslına en yakın olanı.

Oniki Havari’den biri olup olmadığı ihtilaflı olan Barnaba, aslen Kıbrıslı olup yahudi bir aileden doğmuştur. Asıl adı Joseph (Yusuf)’tur. Barnaba ise “teselli oğlu” anlamında ona sonradan verilmiş bir lâkaptır.

(Kitabı Mukaddes, Resullerin İşleri, IV, 36-37; Encyclopedia Britannica, U.S.A. 1970, III,171: Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1967, V, 265).

Hz. İsa’nın tebliğini yaymaya çalıştığı üç yıllık süre içerisinde zamanının büyük bir kısmını onun yakın takipçisi olarak geçirmiştir. Hz. İsa’dan öğrendiklerini ve duyduklarını bir kitapta topladığı bilinmektedir. Bu kitaba, onun adına izafeten “Barnaba İncili” denilmekte, ancak, kitabını ne zaman yazdığı kesin olarak bilinememektedir.

Barnaba İncili M.S. 325’e kadar İskenderiyye kiliselerinde kabul edilmiştir. İsa’nın doğumundan sonraki birinci ve ikinci asırlarda, Tevhîd’i desteklemiş olan İraneus’un (M.S. 120-200) yazılarında elden ele dolaşmıştır. M.S. 325’te meşhur İznik Konsülü toplandı. Teslis akîdesi, Pavlus hristiyanlığının resmi doktrini olarak ilân edildi. Kilisenin resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri seçildi. Barnaba İncili de dahil geri kalan bütün İnciller’in okunması ve elde bulundurulması yasaklandı. Barnaba İncili hakkında sürdürülen bu yasaklama kararları, ileriki tarihlerde de devam etti. M.S. 366’da Papa Damasus’un (M.S. 304-384) da, İncil’in okunmaması için bir karar çıkarttığı söylenmektedir. Bu karar M.S. 395’te ölen Kaesaria Piskoposu Gelasus tarafından da desteklendi. Onun Apokrifal kitaplar listesinde Barnaba İncili de vardı. Apokrifa, basitçe “halktan gizlenmiş” demektir. Papa’nın, yasaklanmış kitaplar listesine Barnaba İncili’ni de almış olması, en azından, İncil’in varlığını göstermektedir. Ayrıca Papa’nın, M.S. 383’te Barnaba İncili’nin bir kopyasını ele geçirdiği ve kendi özel kütüphanesinde sakladığı da bir gerçektir (Muhammed Ataurrahim, Jesus Prophet of İslâm, England 1977, s. 39-41 ).

Barnaba İncili hakkında çıkartılan bütün bu yasaklama kararları ve İncil’in okunmaması için alınan tedbirler pek başarılı olamadı. İncil, günümüze kadar varlığını sürdürdü. Onun günümüze kadar gelmesini sağlayan Fra Marino adında bir keşiş olmuştur. Şöyle ki:

Barnaba İncili’nin İngilizce çevirisinin yapıldığı el yazması, Papa Sextus’ta (1589-1590) bulunuyordu. Sextus, İncil’den geniş çapta faydalanmış olan İraneus’un yazılarını okuduktan sonra İncil ile yakından ilgilenen Fra Marino ile arkadaş oldu. Bir gün Marino, Sextus’u ziyarete gitti. Birlikte öğle yemeği yediler. Yemekten sonra Papa uykuya daldı. Keşiş Marino, Papa’nın özel kütüphanesindeki kitapları gözden geçirmeye başladı ve Barnaba İncili’nin İtalyanca el yazmasını ele geçirdi. İncil’i elbisesinin yeni içerisine gizliyerek oradan ayrıldı ve Vatikan’a geldi. Bu yazma daha sonra, Amsterdam’da büyük bir ün ve otorite sahibi, hayatı boyunca bu esere büyük bir değer verdiği bilinen bir şahsa ulaşıncaya kadar elden ele dolaştı. Onun ölümünden sonra da Prusya Kralı temsilcisi J.E. Kramer’in eline geçti. 1713’de Kramer bu yazmayı, kitaplar uzmanı meşhur Savoy’lu Prens Eugen’e takdim etti. 1738’de, kütüphanesi ile birlikte bu yazma da Viyana’daki Hofbibliothek’e nakledildi ve halen oradadır. Erken kilise tarihçilerinden önemli bir zat olan Toland, bu yazmayı incelemiş ve ölümünden sonra 1747’de basılmış olan muhtelif çalışmalarında ona atıflarda bulunmuştur. İncil hakkında şöyle der: “Bu, tıpkı kutsal bir kitap görünümündedir.” (Ataurrahim, a.g.e, s. 41-42).

Barnaba İncili’nin İtalyanca el yazması Canon ve Mrs. Ragg tarafından İngilizce’ye çevrildi ve 1907’de Oxford Üniversitesi matbaasında basıldı ve yayımlandı. İngilizce çevirinin hemen tamamı aniden ve gizemli bir şekilde piyasadan kayboldu. Bu çeviriden yalnız ikisinin varlığı bilinmektedir: Biri British Museum’da, diğeri de Washington Kongre Kütüphanesi’ndedir. Kongre Kütüphanesi’nden kitabın bir mikro-film kopyası ele geçirildi ve İngilizce çevirinin yeni bir baskısı Pakistan’da yapıldı. Bu baskının bir kopyası, gözden geçirilmiş yeni bir baskı amacıyla kullanıldı. (Ataurrahim, a.g.e., s. 42).

Barnaba İncili yirminci yüzyılın başında, Mısır’da, Dr. Halil Seâde tarafından Arapça’ya çevrilmiş ve esere bir de mukaddime yazılarak Muhammed Reşid Rıza tarafından da neşredilmiştir. (Ahmed Şelebi, Mukârenetü’l-Edyân, Mısır 1984, II, 215).

Son zamanlarda ülkemizde de İncil’in izlerine rastlandığı ve üzerinde bazı çalışmaların yapıldığı bilinmektedir: Bunlardan biri, Abdurrahman Aygün’ün “İncil-i Barnaba ve Hz. Peygamber Efendimiz Hakkındaki Tebşîrâtı” isimli basılmamış eseridir. Eser 1942’de yazılmıştır. (bk. Osman Cilacı, “Barnaba İncili Üzerine Bir Türkçe Yazma “, Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık,1983, cilt:19, sayı: 4, s. 25-35) Yine 1984’te Hakkari civarında bir mağarada, Ârâmî dilinde ve Süryânî alfabesi ile yazılmış bir kitap bulunduğu ve bunun Barnaba İncili olduğu, yurt dışına kaçırılmak istenirken yakalandığı da bilinmektedir. (bk. İlim ve Sanat, Mart-Nisan 1986, sayı: 6, s. 91-94). Ayrıca, “Barnaba İncili” adıyla Mehmet Yıldız tarafından İngilizce’den dilimize çevrilen bir eser de 1988 yılı içerisinde Kültür Basın Yayın Birliği tarafından neşredilmiştir.

Barnaba İncili’nin diğer dört İncil’ den ayrıldığı en önemli noktalar şunlardır: 1- Barnaba İncili, Hz. İsa’nın ilâh veya Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmez. 2-Hz. İbrahim’in kurban olarak takdim ettiği oğlu Tevrat’ta belirtildiği ve hristiyan inançlarında anlatıldığı gibi İshak değil, İsmâil (a.s.)’dır. 3-Beklenen Mesih Hz. İsa değil Hz. Muhammed’dir. 4-Hz. İsa çarmıha gerilmemiş, Yahuda İskariyoth adında biri ona benzetilmiştir. (Muhammed Ebu Zehre, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Trc. Âkif Nuri, İstanbul 1978, s. 105-107).

Ahmet GÜÇ

PROTESTANLIK

Hristiyanlığın en büyük üç mezhebinden biri XVI.yy.da Martin Luther ve Jean Calvin’in öncülüğünde Katolik Kilisesi’ne ve Papa’nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketi’nin sonucunda doğmuştur (1529). Protestanlar akla büyük yer vererek yerleşmiş kaideleri protesto ettikleri için bu adı almışlardır. Papazlara ihtiyaç duymaksızın İncil’i okuyabildikleri için Protestanlığa İncil kilisesi de denilmiştir. Çünkü onlar İncil’i Hristiyanlık için tek kaynak saymışlardır. Protestanlık, diğer hristiyan mezheplerinden bazı farklılıklar arzeder. Bunların Katolik ve Ortodokslar gibi ruhanî başkanları yoktur. Bir tek mezhep yerine çeşitli mezhepler halinde faaliyet gösterirler. Kiliselerinde resim, heykel ve tasvir bulundurmazlar. Katoliklerin aksine Protestan râhipleri evlenebilir. İncil’i kendi dillerinde okuyabilmek de Protestanlığın bir başka özelliğidir. Katoliklerle Ortodokslar ise İncili Yunanca ve Lâtince okumak zorundadırlar. Protestanlıkta azizlere de inanılmaz.

Hristiyanlığın en büyük üç mezhebinden biri XVI.yy.da Martin Luther ve Jean Calvin’in öncülüğünde Katolik Kilisesi’ne ve Papa’nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketi’nin sonucunda doğmuştur (1529). Protestanlar akla büyük yer vererek yerleşmiş kaideleri protesto ettikleri için bu adı almışlardır. Papazlara ihtiyaç duymaksızın İncil’i okuyabildikleri için Protestanlığa İncil kilisesi de denilmiştir. Çünkü onlar İncil’i Hristiyanlık için tek kaynak saymışlardır. Protestanlık, diğer hristiyan mezheplerinden bazı farklılıklar arzeder. Bunların Katolik ve Ortodokslar gibi ruhanî başkanları yoktur. Bir tek mezhep yerine çeşitli mezhepler halinde faaliyet gösterirler. Kiliselerinde resim, heykel ve tasvir bulundurmazlar. Katoliklerin aksine Protestan râhipleri evlenebilir. İncil’i kendi dillerinde okuyabilmek de Protestanlığın bir başka özelliğidir. Katoliklerle Ortodokslar ise İncili Yunanca ve Lâtince okumak zorundadırlar. Protestanlıkta azizlere de inanılmaz.

Katolik kilisesi, Ortaçağ’ın sonlarına doğru, putperestlik ve Musevilik’ten birtakım ilkeleri Hristiyanlığa katmak isteyince, Katolikliğe karşı zaten mevcut olan tepki bir kat daha artarak dinde yenileşme hareketi gündeme gelmiştir. Bu hareketin başında bulunan M. Luther, J. Calvin ve Zwingle, Katolikliği yeniden gözden geçirdiler ve inancı esas aldılar. Onlara göre halen mevcut olan Hristiyanlık, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinden çok farklıdır. Çünkü Papalık, Hristiyanlığın aslında olmayan birçok ilkeleri dine eklemiştir. Râhiplerin günah bağışlamaları, para karşılığında Cennet’ten yer almak imkânı, vatandaşı inleten birtakım ağır vergilerin konulması, İncili yalnız ruhbân olanların okuyabileceği vb. hep Hz. İsa’nın dinine sonradan ilâve edilmiş hususlardır. M. Luther’in öncülüğünde girişilen Reform Hareketi’yle Hristiyanlık saf şekline getirilmeğe çalışılmıştır. Reform Hareketi tam anlamıyla hedefine ulaşamamakla beraber yine de başarılı olmuştur. Ancak zamanla Reform önderleri arasında çıkan bir takım fıkir ayrılıkları, Protestanlığın da bir elden yönetimini güçleştirmiş; Anglikanizm ve Serbest Protestanlık mezhepleri fikir ayrılıklarından sonra teşekkül etmiştir. Daha çok İngiltere’de yayılan Anglikanizm, Katolikliğe en yakın mezheplerden biridir. Erasmus ve Castellion gibi hümanistlere bağlanan Serbest Protestanlık, Katolik mezhebinden oldukça farklı doktrinler ihtiva etmektedir.

Protestanlık XVI.yy.da Avrupa ve diğer kıtalarda, daha çok Katolikler arasında yayılma imkânı bulmuş; Ortodokslar arasında ise aynı şansa sahip olamamıştır. Bundan dolayı da Katolikler arasında fazlaca taraftar bulabilmiştir. Müntesiplerinin sayısı çok olmamakla beraber, Protestanlık bu gün dünyanın en büyük Hristiyan mezheplerinden biridir. Protestanlık daha çok Cermen ırklarınca (Almanlar, İngilizler, Flamanlar, İskandinavlar) kabul edilmiş; diğer ülkelere de bu kavimler tarafından götürülmüştür. Fransızlar, Macarlar, Çekler ve Lehler gibi bazı Katolik milletler arasında az nisbette yayılmasına karşılık; İtalyanlar, Portekizliler, Avusturyalılar arasında hemen hemen hiç taraftar bulamamıştır. Bununla beraber Anglo-Saksonlar, İskandinavyalılar ve Kuzey Almanların büyük bir ekseriyeti Protestanlığı kabul etmiştir (O. Simmel R. Stühlin, Christliche Religion, Hamburg 1957, s. 256).

Protestanlığın kurucusu sayıları M. Luther’e tâbi olanlara Lüteryen veya Reforme denir. Alman, İskandinav ve Baltık ülkeleri bu mezhebe bağlıdır. Protestanlığın ikinci büyük adamı J. Calvin’in yolundan gidenlere Kalvinist denir. İskoçlar, İsviçrelilerden bazıları ve Hollandalılar bu mezhebe bağlıdır. İngilizlerin büyük bir ekseriyeti Anglikan’dır. İngiltere’de mezhebin başı hükümdardır. Yetkisini iki başpiskopos vasıtasıyla kullanır. Evangelistler daha çok Federal Almanya’da bulunmaktadır.

Protestanlık insanoğlunun kurtuluşunu yalnız ve sadece Allah’ın inayetinde görür. Bundan dolayıdır ki, bir hristiyanın selâmete ermesi, o kişinin dine bağlılığında, yaptığı işlerde veya faziletlerinde aranmaz. Günahkâr bir insanın kendi gayretiyle kurtuluşa ermesi mümkün olmadığı gibi, günah çıkarma da zorunlu değildir. Hiç kimse Allah adına günah bağışlayamaz. Kişinin kurtuluşu ve mutluluğu ancak Allah’ın karşılıksız lütuf ve inayetiyle mümkündür. İnsan, Allah’ın bu inayetini kazanabilmeleri için ne kadar gayret sarfederse etsin, önemli değildir. Protestanlara göre insanların Allah’a ulaşmalarında hiç bir kilise görevlisine ihtiyaçları yoktur. Ancak hemen belirtelim ki, bu sözlere bakarak Protestan Kilisesinin dini görevleri hiçe saydığı sonucu çıkarılmamalıdır. Protestanlık da Aziz Pavlus’un öğretisine sadık kalarak dinin emir ve yasaklarına harfiyyen uymayı Hristiyanlığın temel unsurlarından biri sayar. Protestanlık’ta insanın Allah’a karşı olan şükranı, Allah’ın insana karşı beslediği sevginin bir görüntüsü kabul edilir. Bu bakımdan insan Allah’ı sevdiği kadar, O’nun yarattığı kulları da sevmelidir (Mey. Lar. X, 345).

Reform döneminde doğan yeni kiliseler için Protestan adının kullanılması bir hayli zor olmuştur. Reformcu Hristiyanlığın birçok çeşidini ihtiva ettiği ve Katolikliğe karşı çıktığı için Ortodoks olmayan bütün akımlar Protestan terimiyle ifade edilmiştir. Ancak XlX.yy.da ortaya çıkan Oxford Hareketi, İngiltere Kilisesine bağlı din adamı ve kilise üyelerinin “Protestan” adını almasını reddetmiştir. Bununla beraber Reform ilkelerini benimsemiş kiliseler günümüzde de “Protestan” adıyla anılmaktadır.

Reform dönemindeki Protestanlığın temel öğretileri şöyle özetlenebilir: İman ve kilise düzeni konularında mukaddes metinler üstündür; arınma yalnız iman vasıtasıyla mümkündür; bütün inananlar din adamı sayılır. Ayinler konusunda Protestanlar arasında daima görüş ayrılıkları olmakla beraber, dua ve ayinleri her milletin kendi diliyle yapması prensibi genel ilke olarak kabul edilmiştir. Bütün Protestan kiliseleri, yalnızca İncilde yer aldığı öne sürülen Vaftiz ve Komünyon ayinlerini, eski şekliyle ve büyük bir titizlikle devam ettirmektedirler.

Protestanlık tarihi bir süreçten sonra bu günkü halini almıştır. XVII.yy. boyunca öğreti düzeyinde kaldığı için Protestanlığa bu açıdan “Skolastik dönem Protestanlığı” denilmiştir. Bu dönemin tesirleri Lutherci kiliselerde XIX.yy. başlarına kadar sürmüştür. Skolastik Kalvencilik özellikle İsviçre ve Hollanda’da etkili olmuş, aynı akım İngilterede Presbiteryenlik, Amerika’da Püritenlik şeklinde yaygınlaşmıştır. XVIII.ve XIX.yy.larda Protestan dünyasında “Kaynağa Dönüş” akımları gelişmiştir. Bu gelişmelerin sonucunda “İsanın izleyicileri” vb. yeni kilise cemiyetleri teşekkül etmiştir. Kaynağa dönüşte Karl Barth gibi düşünürlerin büyük rolü olmakla beraber, burada en büyük âmil, Kitab-ı Mukaddes’in hem özü, hem de sözüyle yazılmaz olduğu öğretisinin Protestan cemaatlerince benimsenmesidir (Ana Brit. XVIII, 175).

Dini coğrafya açısından Protestanlığın kıtalar arası dağılımdaki yeri Katoçklik’ten hemen sonradır. Dünyada en fazla Protestan Kuzey Amerika’da bulunmakta; ikinci sırada Avrupa ülkeleri gelmektedir. Protestanlık Kuzey Amerika ile Okyanusya’da en büyük din durumundadır (Yeni Türk Ansk. VIII; 3126. Dünyanın en büyük, protestan cemaatleri sırası ile ABD, İngiltere, Federal Almanya, Nijerya, Güney Afrika Birliği, Kanada, Avustralya, Brezilya, Hollanda, İsveç, Danimarka, Finlandiya ve Endonezyadır.

Osman CİLACI

KATOLİK

Hristiyanlığın Roma kilisesine bağlı olduğu bir mezheb.

Kelimenin kökü Yunanca “Kath holou” dan gelmektedir. “genellikle” anlamındadır. Kelime, pek eski olup ayrı bir kilise deyimidir. Katolik; cihan şümûl, küllî Kilise demektir. Bu kelime, “her yerde, her zaman ve herkes tarafından” kabul edilen inanç veya uygulamaları ifade etmek üzere ve dinden çıkanlarla ana kitleden ayrılanlara karşı ana caddeyi koruyanları belirtmek için kullanıldı. Bu anlamda “Ortodoks” kelimesinin ifade ettiği anlamı da kazanmıştır.

Hristiyanlığın Roma kilisesine bağlı olduğu bir mezheb.

Kelimenin kökü Yunanca “Kath holou” dan gelmektedir. “genellikle” anlamındadır. Kelime, pek eski olup ayrı bir kilise deyimidir. Katolik; cihan şümûl, küllî Kilise demektir. Bu kelime, “her yerde, her zaman ve herkes tarafından” kabul edilen inanç veya uygulamaları ifade etmek üzere ve dinden çıkanlarla ana kitleden ayrılanlara karşı ana caddeyi koruyanları belirtmek için kullanıldı. Bu anlamda “Ortodoks” kelimesinin ifade ettiği anlamı da kazanmıştır.

Hristiyanlık 1054’de öncekilerden daha büyük bir sarsıntı geçirdi. Roma Papa’sı Fotyüs ile Bizans Patriği Mihael Serularyüs karşılıklı birbirlerini afaroz ettiler. Zahirde Kutsal Ruh’un “Baba”dan mı, yoksa hem “Baba” hem “Oğul” dan mı çıktığı başta olmak üzere bazı teolojik meselelerin bölünmeyi hazırladığı görülmekte ise de, geri planda, üstünlük, Kilise anlayışı ve diğer bazı siyasî sebepler bulunmaktaydı. Roma Kilisesi kendine bir ad buldu: “Katolik”. Bu arada Bizans Kilisesi de “Ortodoks” adını almıştı. XVI. yüzyılda yine kutsal dil, İncil’in diğer dillere çevirilip çevirilememesi gibi, zahiri sebepler arkasında bulunan sosyal, siyasî, iktisadî (vergi, hâkimiyet vb.) faktörler sonucu ikinci bir büyük bölünme yaşanarak Protestanlık doğdu.

Hz. İsa’nın Kilisesini Petrus’un Kayası üzerinde kuracağını söylemesi (Matta, XV1, 18), Petrus ve Pavlus’un mezarlarının Roma’da bulunması dolayısıyla Roma’nın Hristiyanlığın merkezi olduğunu ileri sürmekte olan Katolik Kilisesi, kendini “Kutsal, Katolik, Havarilere dayanan Roma Kilisesi” olarak nitelendirir.

Daima Hristiyan âleminin en fazla mensubuna sahip bulunma özelliğini koruyan bu mezhebin dünyanın her tarafında üyeleri vardır. Bugün dünyada yarım milyarı geçen insan Katolik’tir. Katoliklerin dînî başkanı Papa lakabını alır. Papa bugün aynı zamanda Vatikan devletinin başkanıdır. İbâdet dilleri Latince olan bu kitlenin dînî geleneği, merkezleri Roma’dan kaynaklanır. Ancak II. Vatikan Konsilinde diğer dillerde ibâdete izin verildi. Papa VI. Hadrian’dan, 1522-1523’den beri Papa’lar münhasıran, (İkinci dünya savaşından sonra da Kardinal Meclisi üyeleri) çoğunlukla İtalyan asıllı olan kimselerden belirlenir. Avrupa’nın yarısına yakın, Kuzey Amerika’da dörtte bir, Güney Amerika’da ise çoğunluk nüfus Katoliktir. Roma’daki Papa ve Kardinal Meclisi’nin idare ettiği Katolik Kilisesi, başpiskoposluk ve piskoposluklara bölünmüştür. Meselâ 1958’de 10 başpiskoposluk ve 1283 esas ve 882 ünvan piskoposluğu vardı. Üstünlükte Kardinallerden sonra Piskoposlar gelir. Papa’yı Kardinaller seçer.

Katolik Kilisesi, doktrinde üç temele dayanır: Kutsal Kitap, Gelenek ve Kilisenin resmî telkini. Apokrif metinler Trent Konsilinde (1546-1563) alman bir kararla kabul edilir. Üç kredo (âmentü); yani Havariler, İznik ve Athanesyus Kredoları âyinlerde kullanılabilir. Şimdiki Katolik Kilisesine şekil veren Trent ve 1962-1965 yıllarında yapılan 11. Vatikan Konsilidir. Papa, Hz. İsa’nın vekili, Petrus’un halefidir. Papa, yanılmaz. Kilise dışında kurtuluş yoktur.

Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilir. İncil’in yorumu Kilise tarafından yapılabilir. Kutsal Ruh’un hem Baba hem Oğul’dan çıktığı; Hz. İsa’da ilahî, insânî iki tabiat bulunduğu; Hz. Meryem’in de oğlu gibi, aslî suçtan uzak olduğu, şefâat edebileceği, göğe yükseldiği; azizlerin de şefâatte bulunabileceği; kötülüğe temâyülün günah olmadığı kabul edilir.

Katolikler, 7 sakramente ve 20 konsil kararlarına itibar ederler. Onlara göre ergenlik çağına giren bir kimse senede bir günah çıkartmalıdır. Ruhban zümresi evlenemez, rahip olmayanlardan da evlenenler boşanamaz (boşandıktan sonra evlenme zina sayılır). Vaftiz, su dökülerek yapılır. Vaftizsiz ölen cehenneme gider.

Katolik Kilisesi; mister (sır) kültü, Roma ve Germen hukuku, Eflâtun ve Aristo felsefesi, modern tekâmül kâidelerinin bir karışımı yanında âyin sakrament, “kurban” (İslam’dakinden farklı olarak Hz. İsa’nın kendini insanlığın aslî suçtan kurtulması için feda etmesini âyinle tes’îd sadedinde), zühd, duâ, mu’cize inancı, hiyerarşi, keşişlik, mistisizm ve teoloji gibi dînî elemanları birarada bulundurmaya çalışan bir Hıristiyan mezhebidir (S.C.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s. 178; Eınar Molland, Christendom, London 1961; s. 43-96 vd.; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 160-161).

Günay TÜMER

ORTODOKS

Hristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri.

Ortodoks (yunanca “orthos” doğru ve “doksa” inanç kelimelerinin birleşmesiyle meydana gelmiş “doğru inanç” anlamını ifade eder. “Doğu kilisesinin güttüğü mezhep, bu mezhebe uyan kişi” demektir. Ortodoksluk dışındaki diğer iki mezhep, Katoliklik ve Protestanlık’tır. Ortodoksluk 1054 yılında Roma’dan ayrılmıştır. Herhangi bir alanda geleneklere sıkı sıkıya bağlı olan, vahye ve meşru kilisenin kararlarına uygun doktrin ve düşüncelerin tümüne de Ortodoksluk adı verilir.

Hristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri.

Ortodoks (yunanca “orthos” doğru ve “doksa” inanç kelimelerinin birleşmesiyle meydana gelmiş “doğru inanç” anlamını ifade eder. “Doğu kilisesinin güttüğü mezhep, bu mezhebe uyan kişi” demektir. Ortodoksluk dışındaki diğer iki mezhep, Katoliklik ve Protestanlık’tır. Ortodoksluk 1054 yılında Roma’dan ayrılmıştır. Herhangi bir alanda geleneklere sıkı sıkıya bağlı olan, vahye ve meşru kilisenin kararlarına uygun doktrin ve düşüncelerin tümüne de Ortodoksluk adı verilir.

Batı dillerinde Sünnî Müslümanlar için de doğru inanç sahibi anlamında “ortodoks” terimi kullanılır. Hristiyan dünyasında hatalı olduğunu ve doğru görüşten saptığını kabul etmeyen hemen her kilise, bir bakıma kendisini “ortodoks” diye tanıtır (Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stuttgart 1962, s. 202).

Ortodoksluk, kuruluşunu Hz. İsa’ya kadar götürür. Ortodoksluk, IX. yy.dan sonra Islavlar arasında yayılmaya başlamıştır. Aynı yüzyılda Bulgarlar ve Sırplar da Ortodoksluğu kabul etmişlerdir. Rus Ortodoks kilisesi 1917 İhtilâli’nden sonra Patriklik haline getirilmiştir. Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki ilişkilerin bozulması da bu döneme rastlar (Meydan Larousse, İstanbul 1972, IX, 621).

Ortodoksluğun en büyük ruhanî lideri, Ortodoks Cihan Patrik’i (Patrik Ökümenik) İstanbul (Fener)’da oturur. 1453te Bizans İmparatorluğu Türklerin eline geçince, Patriklik Ortodoks-Osmanlı münasebetlerinin resmî kurumu olarak görev yapmıştır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman (1453) Patrik’i de himayesine almış, böylece bir Katolik-Ortodoks ittifakını ve iki kilisenin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı tek cephe oluşturmasını önlemiştir.

Ortodoksluğun diğer patriklikleri İskenderiye, Kudüs ve Antakya’dır. Zamanla cemaatler arasında baş gösteren dini anlaşmazlıklar Doğu Ortodoks Kilisesi’nde de bölünmelere yol açmıştır. İstanbul Ortodoks Kilisesi de, Rum Ortodoks; Ermeni Ortodoks; Süryani Ortodoks olmak üzere başlıca üç kola ayrılmıştır. Rumlar İstanbul’u; Ermeniler, Erivan’ı; Süryaniler de Mardin’i merkez edinmişlerdir.

Tanzimat Fermanı (1839)’nın ilânı üzerine, Osmanlı İmparatorluğu hudutları içinde yaşayan Ortodoks azınlıklara da diğerlerine tanınan haklar fazlasıyla verilmiştir. Ancak bunlar, Osmanlı imparatorluğunun toleransını kötüye kullanarak özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra müslümanlar aleyhine faaliyet göstermişler; din perdesi altında, Anadolu’da Büyük Yunanistan’ın kurulması yolunda gayret göstermişlerdir.

Papa XXIII’in Johannes gayretiyle (1962) Ortodoks ve Katolik kiliselerinin birleştirilmesi cihetine gidilmiş, Rodos’ta toplanan (Eylül I963) Ortodoks kiliseleri konferansında bu görüş benimsenmiştir. Neticede Ortodoks kiliseleri baş patriği Athenagoras ile Papa VI. Paulus Kudüs’te buluşarak (Ocak 1964, Aralık 1965) 900 yıl önce konan aforozu geri almışlardır. Bununla beraber her iki kilise de, biri diğerine bağlı olmaksızın varlığını bağımsız olarak sürdürmektedir (Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, İstanbul 1975, s. 475).

Son Fener Rum Patriği’nin ölümü üzerine boşalan Patriklik makamına Dimitri Bartalameos (Ekim 1991) seçilmiştir.

Ortodoksluğun başlıca özellikleri şöylece sıralanabilir:

l. Patrik ruhânî başkandır.

2. Papa, Hz. İsa’nın vekili değildir, insan olduğu için yanılabilir.

3. Rühul-kuds, Oğul yoluyla Baba’dan çıkmıştır.

4. Hristiyanlık tarihinde ancak ilk yedi Konsil (325-787) geçerlidir.

5. Hz. Meryem, Hz. İsa ve azizlerin kutsal tasvirleri (İkona) saygıya değerdir.

6. Her ülke kendi diliyle ibadet edebilir.

7. Haç sağdan sola doğru çıkarılır, kolları eşit uzunlukta olmalıdır.

8. Evharistiya âyininde ekmeğe maya, şaraba su katılır.

9. Vaftizden hemen sonra Konfirmation yapılmalıdır.

10. Keşiş, piskopos ve patrikler evlenemez. Buna karşılık papazlar evlenebilir.

11. A’raf, ahiret hayatına geçişte, günahkâr kişinin kısa süreli bir bekleme yeridir (G. Tümer, A.Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 162).

Ortodokslar ibadetlerinde ikonalara saygı göstermekle beraber onlara tapmazlar. İbadet yalnız Allah’a yapılır. İkonaların bazı zamanlar ibadet vasıtası olarak kullanıldığı olmuştur. İkonası olmayan Ortodoks kilisesi yoktur, denilebilir. İnançlarına göre kilisenin başında İsa Mesih yer alır. O, yerlerin ve göklerin sahibi sayılır. Ortodokslara göre Kitab-ı Mukaddes ve Kilise geleneği, imanın kaynağı ve rehberidir (Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1977, XXVI, 40).

Günlük, haftalık ve yıllık olarak düzenlenen dualar, yortular ve oruçlar, inanan kişilere Hz. İsa’nın hayatını daima hatırlatma gayesini taşır.

Osman CİLACI

Sakal,Bıyık Bırakmak ve Saç Boyamak

Sakal bırakmak sünnet, traş etmekse mekruhtur görüşünde olanlar Şafiî mezhebinden İmam Nevevi, Râzi, Gazzalî, Şeyh Zekeriyya el-Ensari, İbn-i Hacer, Remli, Hatib, Şirbini gibi zatlardır. Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir.

a) Hadis-i şerifteki emir, sakal bırakmanın farz olmasını gerektirmez. Zira aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s), Yahudi ve Hıristiyanlara benzememek için saçların boyanmasını emretmiş, fakat Sahabeden bazı kimseler saçlarını boyamamışlardır. Bu olay bu gibi emirlerin vücub için olmadığını gösterir.

Yetişkin erkeklerin yanak, çene ve yüzlerinin alt kısımlarında çıkan kıllar.

İnsanları en güzel şekilde yaratan Cenab-ı Allah peygamberleri vasıtasıyla kulluk görevlerini onlara bildirdiği ve öğrettiği gibi, kılık-kıyafetlerini de belirlemiştir.

Allah Teâlâ, insanların bedenlerinde saç, sakal ve diğer kılları yaratmış, peygamberleri de bunlardan bir kısmının giderilmesini veya kısaltılmasını, bir kısmının da kesilmeyerek uzatılmasını tebliğ etmiş ve bu konuda insanları uyarmışlardır.

Allah Teâlâ (c.c), “Peygamber size neyi getirip verdi ise onu kabul edin, alın ve sizi yasakladığı şeyden de sakının” (el-Haşr, 59/7) ve “Allah’ın Rasulünde sizin için güzel örnekler vardır” (el-Ahzâb, 33/21) meallerindeki âyetlerinde buyurduğu gibi, mü’minlere sîrette, sûrette, ahlâkta, âdette ve hayatın bütün dallarında, Rasulu (s.a.s)’un sünnetine uymalarını emretmiştir. Rasulullah (s.a.s)’ın sünnetine uymak, İslâmiyet’i daha doğru anlamanın, daha doğru yaşamanın yegâne yoludur.

Allah (c.c)’ın: “Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur” (en-Nisa, 4/80) âyet mealinde buyurduklarından hareket ederek, Rasulullah (s.a.s)’a itaatin her şeyden önce farz hükmünü taşıdığını göz önüne alırsak, onun sünnetine sarılmanın önem ve ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkar.

Rasûlullah (s.a.s) ümmetini, kılık kıyafet ve dış görünüşleri bakımından müşriklere benzemekten alıkoymuş; “Kim bir kavme benzerse, onlardandır” (Ebu Davud, Libas, 4) hadisiyle de müslümanları uyarmıştır. Özellikle sakal bırakmaları hususunda mü’minlere tavsiyelerde bulunmuş, çeşitli hadisleriyle de sakalın müslüman için taşıdığı önemi belirtmiştir.

Hz. Aişe (r.anha)’den rivayet edilen bir hadislerinde “On şey fıtrattandır: Bıyıkları kesmek; sakalı salıvermek; misvak ile ağzı, dişleri temizlemek; su ile burnu temizlemek; tırnakları kesmek; kirlerin barınabileceği yerleri yıkamak; koltuk altındaki kılları gidermek, kasıkları tıraş etmek; necaset yolunu su ile pak eylemektir” (Müslim, Tahare, 56; Ebu Davud Tahare, 29; Nesâî, Zine, I) buyurmuşlardır. Diğer hadislerinde ise, “Bıyıkları Çok kısaltın, sakalları ise bırakın”; “Müşriklere muhalefet edin; bıyıkları kısaltın, sakalları çoğaltın”; “Bıyıkları kesin, sakalları bırakın. Böylece Mecusîlere benzemeyin ” (Buharî, Libas, 64; Müslim, Tahare, 54) buyurmuşlar ve mü’minleri sakal bırakmaya teşvik etmişlerdir.

Sakal, hadiste de buyurulduğu gibi, yaratılış icabı erkeklerde bulunması gereken ve daha önceki peygamberlerin sünneti olan bir kılıktır. Müteaddid hadislerde sakalların tabii halleri üzere terk edilmesi ve uzatılması emredilmektedir. Kısaltılması konusunda herhangi bir cevaz görülmemektedir. Asırlardır her devirdeki İslâm âlimleri ile bütün mü’minler bu tabii hali benimsemişler ve kendilerinde uygulamışlardır.

Bu hadislerden anlaşıldığına göre, bütün peygamberlerle birlikte Rasul-i Ekrem de sakalını bırakmış ve sakal bırakmayı emretmiştir. Hz. Peygamber ve ashabının sakallarını traş ettiklerine dair hiç bir kayıt yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s) sakalının ucundan ve yanlarından alırdı (Tirmizi, Edeb, 17). İmam Malik, “Müslüman, çoğunluk sakalını ne şekilde bırakıyorsa o kadar bırakmalı, fazlasını kesmeli, böyle yapmak menduptur. Çünkü bu fazlalığın kesilmemesi, çirkin görünmeye sebeb olur. Sakalı kısaltmanın bir sınırı yoktur. En uygunu, şekli güzelleştirecek biçimde kısaltmaktır” der. İmam Bâcî Abdullah İbn Ömer ve Ebu Hureyre’den nakledilen tatbikata dayanılarak bir tutamdan fazlasının kesilebileceğini söylemiştir.

Dürrül-Muhtar’da sakalın bir tutam boyunda olmasının sünnet olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde, ekseriyetin görüşüne göre bir tutamdan fazlasını kesmek de sünnettir.

Sakal bırakmak ve buna bağlı olarak sakalı traş etmek konusunda âlimler değişik kanaatlere varmışlardır. Bu alimlerin bir kısmına göre sakal bırakmak farz, kesmek haram; bazılarına göre sakal bırakmak sünnet, kesmek mekruhtur, kimisine göre de müstehaptır. Bunların görüş ve delillerine gelince: Sakal bırakmak farz, traş etmek ise haramdır şeklinde olan birinci görüş, alimlerin cumhuruna aittir. Delilleri ana hatlarıyla şöyledir:

a) Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde sakal bırakmayı emretmiştir. Emirler mendup veya mübah olduğunu ifade ettiğine dair bir delil bulunmadıkça vucub için olurlar. “Sakalları bırakın ” emri de sakal bırakmanın farz olmasını gerektirir.

b) Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.s) müşrik veya mecusilere benzememeyi emretmiştir. Sakalı traş etmek onlara benzemektir. Bu da haramdır.

c) Sakal traşı, Nisa süresinin 119. ayetinde sözü edilen Allah’ın yarattığı şeyi değiştirmek demektir. Şeytana uyularak yapılân bu hareket de yasaktır. d) Sakal, erkekleri kadınlardan ayıran bir özelliktir. Sakalını traş eden erkekler kadınlara benzemektedirler. Erkeklerin kadınlara benzemesi de dinen yasaklanmıştır.

Sakal bırakmak sünnet, traş etmekse mekruhtur görüşünde olanlar Şafiî mezhebinden İmam Nevevi, Râzi, Gazzalî, Şeyh Zekeriyya el-Ensari, İbn-i Hacer, Remli, Hatib, Şirbini gibi zatlardır. Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir.

a) Hadis-i şerifteki emir, sakal bırakmanın farz olmasını gerektirmez. Zira aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s), Yahudi ve Hıristiyanlara benzememek için saçların boyanmasını emretmiş, fakat Sahabeden bazı kimseler saçlarını boyamamışlardır. Bu olay bu gibi emirlerin vücub için olmadığını gösterir.

b) Müşriklere din ve imanla ilgili konularda benzemek haramdır. Örf ve âdetlerle ilgili hususlarda ise haram değildir. Zira Rasûlüllah (s.a.s)’de rahiplerinkine benzer bir takunya giymiştir. Şayet bu gibi hususlarda benzemek kesin olarak yasak olsaydı, Hz. Peygamber bunu yapmazdı.

c) Örf ve âdetlerde bile olsa konu sadece müşriklere benzeme noktasından ele alındığı zaman aksine sakal bırakmanın haram olması gerektiği hükmüne varılır. Zira bugün birçok rahip ve gayr-i müslimler de sakal bırakmaktadırlar.

d) Peygamberlerin sünnetlerinden sayılan on şey alimlerin çoğunluğu tarafından sünnet veya müstehap olarak değerlendirilmektedir. Sakal da bunlardan biri olduğuna göre bu da öyle değerlendirilmelidir. Çünkü bunların hepsi temizlik ve iyi görünüşlü olmak gibi güzel âdetlerdir. Rasûlüllah (s.a.s) ümmetine en güzel âdetleri tavsiye etmiştir.

Sakal bırakmak müstehap, (sünnet-i zevaid) traş etmek ise mübahtır görüşünü savunanlar şöyle derler: Sakal bırakmak, yemek, içmek, oturmak, giyinmek gibi Hz. Peygamber’in insan olduğu için tabii olarak yapmış olduğu âdetleridir. Bu itibarla sakal bırakmak ibadetle ilgili sünnet değil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in gelenek kasdiyle yapmış olduğu sünnetidir. Buna sünnet-i zevdid de denir. Mahmud Şeltut ve Muhammed Ebu Zehra gibi zamanımızın bazı âlimlerinin görüşü bu şekildedir. Buna göre sakal bırakmak faziletli olmakla birlikte, sakal traşı mübahtır. Sakal bırakılmadığı veya traş edildiği takdirde aleyhte bir hüküm terettüp etmez. İçinde bulunulan çevreye göre hareket etmek yerinde olur.

Sakalın adeta bir parçası olan bıyığa gelince; Hz. Peygamber (s.a.s)’den üst dudağının kenarları görünecek şekilde bıyığı kısaltmak veya tamamen kesmek şeklinde rivayetler vardır. Asıl alınan görüşe göre bıyığı kısaltmak da tamamen traş etmek de sünnettir: Mükellef dilediği şekilde hareket etmekte serbesttir.

Ancak bıyıkların yan taraflarından alıp ortada az birşey bırakmak caiz görülmemiştir. Şir’a şerhinde Hz. Ömer’in bıyıklarının iki ucunu uzattığından söz edilerek bunun bir sakıncası olmadığı açıklanmıştır.

(Sakal ve bıyığın hükümleri ve bu konudaki görüş ve ictihadlar için bk. İbn-i Abidin, II, 113, V, 261; el-Mehhel, I,183-189; Şevkânî, Neylül-Evtar, I, 137-138; el-Mezahibül-Erbea, II, 44-46; Şerhu’n-Nevevî (İrşadüşşarinin kenarında), II, 261-265; İânetü’t-Tâlıbin, II, 340; Fethü’r-Rabbânî, XVII, 313-314;ş Mahmut Şeltut, el-Fetâvâ, 227-229; İslâmda Helal ve Haram, Yusuf el-Kardâvî, (Terc. Mustafa Varlı), 107-109; Muhammed Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metedolojisi (Terc. Abdülkadir Şener), 51-52; Zekeriyya Kandehlevi, Vucübu ı’fail-Iihye).

Ahmet ARPA

Allah Saklasın-şiir

Hatadan saklasın İslam’ı Allah
Münacat’ım budur Ulu Subhan’a
Gelip geçer ömrümüzün kervanı
Bir gün de Azrail sunar bu cana

Hatadan saklasın İslam’ı Allah
Münacat’ım budur Ulu Subhan’a
Gelip geçer ömrümüzün kervanı
Bir gün de Azrail sunar bu cana

Dinleyin kelamı ahbab-ü yaran
Bakındi kalmadı Mühr-i Süleyman
Azrail bu canı aldığı zaman
Götürürler anı mezaristana

Ne ettiyse bulur anın içinde
Fayda yoktur asla anın içinde
İmam talkın verir başı ucunda
Ol vakitte mevta kalkıp uyana

Aşık Erbabi  ( 1805)- (1884)